Bir küçük, bir güdük kalem ki, şeflerin, diktatörlerin, yardakçıların, bütün bu kör nişancıların hıncına, gayzına, gazabına hedef oldu.
Şimdi dönüp geriye bakıyorum. Bir yaz güneşi altında, yedi rengin bütün çekiciliğiyle boncuk boncuk ışıldayan eşekarıları kümesine parmağını sokup oynamak isteyen bir yaramaz çocuğun akıbetine uğramıştım.
Bütün suçum, kendilerini arıbeyi sanan eşekarılarını tedirgin etmiş olmamdır." (*)
Uzun zamandır yazmıyorum. Yazacağım, diyorum, yazmıyorum. Aklıma bir şeyler geliyor, yazmıyorum. Ne olur yazmazsam? Hiç. Yazarsam ne olur? Haa, işte hikaye burada başlıyor. Ne mi olur sayın okur? Bunu, yazar dahil, kimse bilemez.
Kısaca olayı anlatmalıyım önce. Bir meslekdaşım, ki kendisi yakın bir dostumdur aynı zamanda, işinden oldu. İlginç değil, değil mi? Hep olur böyle şeyler. Yazardır kendisi. Almış eline “bir küçük, bir güdük” kalem, bir şeyler yazmış. Sonra da işinden olmuş. Evet, tam da bu sebepten. Çalıştığı ajansla ilgili düşündüklerini yazmış, utanmaz. Utanmadan yazmıştır herhalde. Arsız oluyor bu yazar takımı anlayacağınız.
Sakın aklına kötü kötü şeyler gelmesin sayın okur! Sanma ki o yazıda hakaret var, küfür var, tehdit, yalan ya da küçük düşürme var. Biraz şu ”ya sev ya terk et” dayatmasının, “seven sikilir, sevmeyen işten atılır” diye şekil değiştirmiş haline muhattab olmuş. Yolunda gitmeyen bir şeyler görmüş, beğenmemiş gidişatı, oturmuş yazmış. Ayıp, ayıp. Bak bana, ben yazıyor muyum, yazmıyorum. Edepli bir yazarım. Edebiyat da edep kökünden gelir zaten. Bana sırf bu nedenle Nobel verilmelidir. Neden? Çünkü yazmıyorum. Edebimle oturuyorum. Edebiyatçıyım yani.
Şimdi bu utanmaz dostum bir de kitap yazıyormuş. Artık bu sefer vatandaşlıktan mı çıkarılır, dayak mı yer bilmem. Ama akıllanmamış olduğunun apaçık kanıtıdır bu. Rahat batıyor efendim, rahat batıyor.
Diyeceksiniz ki, “madem yazmıyordun, neden yazıyorsun şimdi?” Valla ben de bilmiyorum. Rahatsız ettiysem özür dilerim. Edepsizliğime verin artık...
(*)Aziz Nesin'in "Geriye Kalan" adlı kitabının önsözünden.