15 Mart 2009 Pazar

Bir Dakika

Bir zamanlar bir melek yollamışlar dünyaya, “bir dakikan var” demişler, “sonra hemen döneceksin”. Çok istiyormuş dünyayı görmeyi, en çok da insanları. “tehlikeli” demişler, dinlememiş, “sana uygun değil” demişler, anlamamış. Nihayet, izin vermişler, gelmiş dünyaya. Bir dakikalığına. Kalabalık bir caddenin tam ortasına düşüverdiği zaman kalbi heyecandan pır pır eden serçeler gibi atıyormuş. Oysa serçeler, her daim tehlikeyi bekledikleri için heyecanlıdır...

Sabah evden çıktığımda, kapıyı öyle bir gümbürtüyle kapattım ki, zihnimde komşularımın bana okkalı küfürler savurduğunu hayal edeyim ve en yakası açılmadıklarıyla karşılık verebileyim. Eğer kavga edebileceğim birşey bulamazsam yaratacağım. Dişlerimi kenetliyorum hızlı hızlı yürürken. Ellerim cebimde ve yumruklarımı var gücümle sıkıyorum. Tırnaklarım avcumda derin izler bırakıyor. Karıncalar gibi koşuşturan ancak asla karıncalardan daha faydalı olamayan insanların arasından geçiyorum. Bu alelacele sürdürdüğümüz kitlesel devinim komik figürlere sahip bir dans gibi. Birbirimize değmemeye özen gösteriyoruz ama omuzlarımız çarpışıyor. “Herkes olabilecek en kısa süre içinde ulaşmak istediği noktaya varmak için yürüyecek, koşmak yasak, birbirinize dokunmanız yasak, işte cadde burası, 3, 2, 1, başlayın!”

Dansın ortasında anahtarımı düşürdüm. Dönüp bir tekme savurmak işten bile değildi, hatta aklıma başka yapacak birşey gelmiyordu ama anahtarımı kaybetmeyi göze alamzdım. Eğilip onu yerden almak zorundaydım, kendi anahtarımın kölesi olduğum için iyice sinirlendim. Yere çöküp elimi anahtara uzattığımda çarpıştık onunla. Resmen birbirine çarpan iki yumurta gibi, kafalarımız çarpıştı, onun eli benimkini kavramıştı. İyi olacak hastanın... Allah belasını versin. İşte bütün sinirimi çıkarabileceğim sonunda. Sebepsiz yere tutulduğum şımarık öfke krizimin kurban bayramı bugün. Gökten bir koyun inmiş, toslaşmışız ne tesadüf! Bilmediğim tek şey, onun gerçekten gökten indiğiydi.. Elimi hızla çektim, kolum havada geniş bir yay çizdi ve anahtarın sivri ucuyla karşımdaki gülümseyen yüze bir çizik attım.

“Bir dakika...” dedi, bir eliyle yüzündeki kanayan çiziği örtüyordu. Gözlerinde korku ve şaşkınlıktan başka hiçbirşey yoktu. Öyle iri açmıştı ki gözlerini, bir daha o büyüklükte bir çift göze ömrüm boyunca rastlamadım. “Ne bir dakikası sersem!” diye söylenerek ayağa kalktım.Hala çöktüğü yerde, bana bakıyordu. Yüzünden tarifsiz bir hayal kırıklığı geçti. “Fazla zamanım yok...” diyebildi. Boşta kalan eliyle elimi tutmaya yeltendi. Hareketini görüp bir adım geri attım, elinin üzerine düşüverdi. “Hiç birimizin yok. Git işine” dedim. “Gitme...” dedi, “lütfen...”. hayatım boyunca nefret etmekten öteye tiksindiğim yegane şeyi görüyordum; aczi. Düşene bir tekme de sen atma, çünkü ben atacağım. “Numara yapıyor” diye düşündüm. Ve gerçekten de bir tekme savurdum. Burnundan oluk oluk kan akıyordu. Acı çekiyordu. Usulca inledi. O anda öfkem yok oldu. Nedensiz gelmiş, aniden gitmişti. Onu doktora götürmeye karar verdim. Yakınlarda muayenehanesi olduğunu bildiğim bir doktor arkadaşımı aradım. Sekreteri açtı. “Erdem’le görüşmek istiyorum” dedim. Önümde, yerde yatan kayboluverdi. Yalnızca kayboldu, yok oldu. Tıpkı öfkem gibi, bir anda. Telefonun diğer ucundaki ses, “Bir dakika” dedi...

Melek o günden sonra herkese, herşeye küsmüş. Uzun yıllar hiç kimseye tek kelime etmemiş. Neler yaşadığını anlayan yalnızca şeytan olmuş. Onunla alay etmiş. “Bu yüzden hiçbirinin önünde eğilmedim işte” demiş, “Sense bir dakikada diz çöktün.” Melek yine konuşmamış. Şeytan, meleğe yoktan yere kötü davranan insanı bulmak için dünyaya inmiş. Ne var ki, insanı tam da son dakikasını yaşarken bulmuş. Kulağına fısıldamış: “Bir dakikan var. Sonra öleceksin.” İnsan o zaman anlamış. Hayatında geçirdiği anlamlı tek dakikası da bu olmuş. Melekler bu kez eğilmemiş ama, bir dakikalığına saygı duruşunda bulunmuş.

Üç Maymun

Maymunun birini kafese kapatmışlar. Kafesin içinde bir de düğme varmış. Eğer maymun o düğmeye basarsa, elektrik veriyorlarmış. Gel zaman git zaman, maymun o düğmeye basmaması gerektiğini öğrenmiş. Artık düğmeye yaklaşmıyormuş bile. Günlerden birgün, maymunun yanına bir başka maymun daha getirmişler. Yeni gelen maymunun düğmeyi keşfetmesi uzun sürmemiş. Hemen parmağını uzatmış basmak için. Fakat başarılı olamamış. Kafeste kendisinden daha uzun süredir yaşamakta olan maymun bir güzel dövmüş onu. Yeni gelen neye uğradığını şaşırmış. Bir kaç kere daha denemiş düğmeye basmayı ama, değil dokunmak, etrafına bile yaklaştırmıyormuş diğer maymun onu. Çabaları boşa gitmiş. Yeni gelen düğmeye her basmak istediğinde dayağı yemiş. Böylece o da düğmeye yaklaşmaması gerektiğini öğrenmiş. İki maymun, düğmeyi görmezden gelerek, kafesin içinde gül gibi geçinip giderken bir üçüncü katılmış aralarına. Üçüncü de tıpkı diğerleri kafesi keşfetmeye başlamış gelir gelmez. Merakını cezbeden ilk şey de o malum düğme olmuş. Heyecanla atlamış, düğmeye basmak istemiş. Ama kafesin eski sakinleri onu hemen yakalayıp dövmeye başlamışlar. Ancak dikkati çeken, ikinci maymunun dayak konusunda gösterdiği hırsmış. İntikam alırcasına dövüyormuş yeni gelen üçüncüyü. Kafesin en eski sakini olan maymundan çok daha istekliymiş dayak konusunda. Tuhaf olan, ikinci maymunun üçüncüyü neden dövdüklerini kesinlikle bilmiyor oluşuymuş. Kafese son gelen maymun da yediği dayakların ardından akıllanmış (!) ve düğmeye yaklaşmaz olmuş. Ortada basılacak bir düğme kalmayınca (?), barış içinde yaşamaya başlamışlar.

Zaman hep yaptığı gibi akıp geçmiş, bir gün kafese ilk konulan maymun ölmüş. Yerine başka bir maymun getirmişler. Bu maymun da, maymunluk yapmaktan geri durmamış ve düğmeyle oynamak istemiş. Elbette diğer maymunların dayağını yemekten kurtulamamış. İlk maymun öldüğü için, kafeste o düğmeye neden basılmaması gerektiğini bilen maymun yokmuş ama dayağın şiddeti gözle görülür derecede artmış. Son gelen maymun, öyle bir dayak yemiş ki, düğmeye dokunmayı tekrar denemeyi aklından bile geçirmemiş. Kafesteki üç maymunun adını “görmedim, duymadım, bilmiyorum” koymuşlar. Onları gözetleyenlerden biri de “işte biz bunlardan geliyoruz” demiş. Adamı eşek sudan gelinceye kadar dövmüşler. Adam vazgeçmemiş. Ömrünce vazgeçmemiş. Sonunda o da ölmüş. Şimdi biz, “görmedim, duymadım, bilmiyorum” un dayağını yiyoruz. Böyle giderse, biz de görmüyor, bilmiyor, duymuyor olacağız. Düğmeye basın artık.

2 Mart 2009 Pazartesi

to live is to die

Bir zamanlar en umursadıklarım artık aptalca detaylar. Kuşlarım vardı, öldüler. İçlerinden birini ben öldürdüm. Açtım kafesin kapağını. Uçup gitsin istedim. Omzuma kondu. Kulağımdaki küçük parlak küpeyle oynamaya başladı. Boynuma öpücükler kondurdu. Kovdum onu. Ben ondan daha kuş beyinliyim. Ölmüştür herhalde. Ben yaşıyorum. Ormana uçmuştu en son. Ben yaşıyorum.

Kadın, elinden tuttuğu ufaklığı azarıyla dövüyordu. Minik dudaklar titriyor, ağlamamak için gösterdiği direnç çocuğu yoruyordu. Kadın ona tam bir baş belası olduğunu söyledi. Hıçkırdı çocuk. Dönüp kadına bir tane patlattım. Çocuk avaz avaz ağlamaya başladı. Kadın bana karşılık vermek için kolumdan tuttu. Çevik bir hareketle kolumu kurtarıp bir tane daha patlattım. Ortalık birbirine girdi. Herkes canlandı. Ölüler dirildi. Çocuk korkudan öldü. Ben yaşıyorum.

Babam köpeğimi doktoruna armağan etmek üzere evden götürüyordu. Köpek ağladı. Götürüldüğü evden defalarca kaçtı. Doktoru babama hayatını bağışladı. Ben günlerce ağladım. Köpek öldü. Doktor öldü. Babam öldü. Ben yaşıyorum.

Kabus gördüm. Uyandığımda yanımda yatıyordu. Uyanıktı. Hiç birşey söylemeden çekip gitti. Kapı kapandı. Boş evin sessizliği kulaklarımda çınladı. Ev öldü. Ben yaşıyorum.

Bana bunu nasıl yapar, dedim. Bulamadım. Sadece öyle istemişti. Anlatmadı gerisini. Ben de sormadım. Birlikte yaşadığımız her anı, tek tek intikam aldı. Ona anlatmak istediğim herşey çaresizce geldiği yere geri döndü. Örttüm üzerlerini, unuttum. Arkadaşlığımız öldü. Ben yaşıyorum.

Çocukların çıkmak istemediği koskoca erik ağacına çıkmayı kafaya takmıştım. Çıktım. Ama inemedim. Çok küçüktüm. Korktuğumu kimse görmesin istiyordum. Bir erik kopardım, erik öldü. Ağaçtan düştüm. Annem meraktan öldü. Ben yaşıyorum.

Önümden bir tabut geçti. Bir hamilenin doğum sancıları başladı. Yeni doğanlar, toplu mezarların sessizliği adına hep bir ağızdan ağladılar. Ölenlerin son nefesi, doğanların ilk nefesine karıştı. Ben ne doğuyor ne de ölüyorum. Dirilerden nefret ediyorum. Ölülerden korkuyorum. Sigara yaktım. Hafızamdan birkaç bin hücre daha öldü. Ben yaşıyorum.