6 Nisan 2009 Pazartesi

Eşek Arısı

Babam sınır kasabalarından birinde görevliydi. Küçüktüm, henüz okula gitmiyordum. Babamın iş arkadaşları ve aileleri için tahsis edilmiş büyük lojmanlar vardı, her ailenin de bir sürü çocuğu. Hepsi arkadaşlarımdı. Yine de en büyük eğlencem eşek arılarıydı. Şimdi değil dokunmak, bir tanesi yanımdan geçse o korkunç vızıltısına dayanamam bile. O zamanlar onları toplar, gövdelerine bir iplik bağlayıp dolaştırırdım. Benden başka her çocuğun bir köpeği vardı. Tasmalarından tutup gezdirirler, hangisinin köpeği daha güçlü, daha hızlı ya da daha akıllı diye birbiriyle kıyaslarlardı. Benim köpeğim yoktu, bunun yerine dolaştırdığım eşek arılarının daha akıllı, hızlı ya da güçlü olup olmadığı konusunda ahkam kesemezdim, ancak kesin olan birşey vardı ki en korkunç olan benim hayvanımdı. Elimde incecik bir dikiş ipi ve ucunda vızıldayan arıyla sokakta belirince bütün çocukların yüzü değişirdi. Mahallenin baş belası bir çocuk vardı, Zühtü, herkesi döverdi, daha o yaşta zorbanın biriydi, duydum, babası hapse girmiş sonradan. Mafya ile iş birliği yaptığı kanıtlanmış. Karşı komşumuzdu Zühtüler. Hem babası hem de Zühtü beni çok severlerdi. Mahallede Zühtü’nün dayağını yememiş tek çocuk bendim sanırım.

Gürültü ve şamatanın eksik olmadığı sokak oyunlarının tam gaz devam ettiği günlerden bir gün, Zühtü bir duvar tepesine çıkmış, kalesinin en yüksek burcundan savaş alanını izleyen komutan edasıyla etrafı dikizliyordu. Ben arımı dolaştırıyordum. Duvar dibine gelip gözlerimi Zühtü’ye diktim. Arı ipten kurtulabilmek için tekinsizce vızıldıyordu. Zühtü, “Ne işin var senin burada, hadi git arkadaşlarının yanına” dedi. “Arımı gezdiriyorum.” dedim. Zühtü küfretmeden konuşmazdı, “eşek kafalı” dedi bana. Sonra sordu, “Arının adı ne?”. “Zühtü” dedim. Çok kızdı. Galiba ilk defa Zühtü’den dayak yiyecektim, ama korkmuyordum, çünkü Zühtü’nün üzerine çıktığı duvar epeyce yüksekti. Sizden daha güçlü biri, size zarar veremeyeceği bir mesafeden tehditler savuruyorsa, garip bir güven duygusuyla olduğunuzdan çok daha saldırgan hale gelirsiniz. Ben de öyleydim işte. “Bekle orada, şimdi geliyorum, yaktım çıranı” dedi Zühtü. “O duvardan atlayamazsın ki” dedim. “Atlarım” dedi. Atlayamazdı. “Atla o zaman” dedim. Atladı ve düştüğü yerde kalakaldı, hiç kıpırdamadan yatıyordu. Başından oluk oluk kan akıyordu. Buna rağmen hiç korkmadığımı bugün gibi hatırlıyorum. Elimde ipini hiç bırakmadığım vızır vızır arımla Zühtü’nün tepesinde dikiliyordum. Onu hastaneye götürdüler. Ablası, gözyaşları içinde Zühtü’nün nasıl düştüğünü sordu bana. Cevap vermedim. Her çocuk gibi, yaptıklarımın hesabını vermekten korkuyordum, yaptıklarımdan değil. Galiba hala öyleyim.

Zühtü’nün alnına bir sürü dikiş atılmıştı, bir gece hastanede kaldıktan sonra ertesi gün eve getirdiler onu. Akşam ailecek geçmiş olsuna gittik. Annem, arımı da yanımda götürmeme izin vermedi. Ben de bunun yerine anneme çaktırmadan kibrit kutusunu cebime attım. İçi böcek doluydu. Annem ya da babam elimde kibrit kutusunu görselerdi, beni Zühtüler’e götürmezlerdi. Arımı dolaştırırken, kırlardan topladığım böcekleri kibrit kutusuna doldurur, akşam eve döndüğümde onları salonun orta yerinde serbest bırakırdım. Hepsinin etrafımda hoplayıp zıplayacağını, bana itaat edeceklerini ve benimle oynayacaklarını zannederdim. Eve gelirken elimdeki kibrit kutusuna fısıldayarak ne yapıp ne yapmamaları gerektiğini anlatırdım, sonunda onları eğitmiş olduğuma inanarak özgür bırakırdım. Elbette kutunun kapağı açılır açılmaz her biri ayrı yöne kaçışırdı. Bense, hiç birinin beni sevmediğini düşünerek hıçkıra hıçkıra ağlardım ve huzur içinde yemeklerini yemeye çalışan annemle babama böceklerimi toplayıp geri getirmeleri için yalvarırdım. Çaresiz, tolayabildikleri kadarını toplayıp geri getirilerdi. Benim çocuğum böyle bir şey yapsa, suratına tokadı yapıştırırdım herhalde. Böceklerden çok korkarım çünkü.

Bizi kapıda Zühtü’nün annesi karşıladı. İçeri girdik, bizden önce ziyarete gelmiş başka komşularımız da oradaydı. Bir kaç “geçmiş olsun” dileğinden ve ahlanıp vahlanmadan sonra erkekler işle ilgili sohbetlerine, kadınlar da günlük dedikodularına daldılar. Zühtü ile hiç bitmeyen bir bakışma yarışına girmiştik. Bana öyle kötü bakıyordu ki, başka bir çocuk olsa sadece o bakışın etkisiyle, ağlayarak annesinin etekleri altına sığınırdı. Halbuki ben küçücük avcuma tam olarak sığmadığı halde cebimin içinde sıkıp durduğum kibrit kutuma güvenerek gözümü bile kırpmıyordum. Kibrit kutusu benim koruyucu muskamdı. Nedense o sırada büyüklerin ilgisi yeniden Zühtü’ye yöneldi. Hepsi de olayın nasıl olduğunu merak ediyorlardı. Aklı başında olan hiç kimse o yükseklikteki bir duvardan kendi isteğiyle atlamazdı çünkü. Birinin itip itmediğini soruyorlardı ona. Zühtü beni ele vermedi. Hiç konuşmadı, sorulara cevap vermedi. Elimi yavaşça cebimden çıkararak kutunun ucunu Zühtü’nün de görmesini sağlamış olmam bunda ne derece etkili oldu bilmiyorum.

Zühtü’nün düşüşü, günlerin birbirinin aynı geçtiği o sıkıcı sınır kasabasında günlerce konuşuldu. Küçük yer insanları en sıradan olayları bile büyük skandallara çevirmekte ustadır. Diğer blokta oturan başka bir komşumuzun köpeği yavrulayıp da mahalleli bununla alakadar olmaya başlayana kadar Zühtü dedikodu gazetesinin manşetinden inmedi.

Babam bu şirin kasabadaki bir yıllık mecburi hizmetini tamamlayınca İstanbul’a geri döndük. Bizden birkaç yıl sonra Zühtüler’in de İstanbul’a döndüğü haberini aldık. Yıllar birbirini kovaladı, ben büyüdüm ve hem böceklerden hem de arılardan korkmaya başladım. Güneşin sarının en kavurucu tonuyla şehri kavurduğu bir öğle vakti, eve gitmek üzere bir taksiye bindim. Şoför, sıcaklardan şikayet edip duruyordu. Sohbeti derinleştirmemek için kısa onaylama cümleleri kurarak geçiştiriyordum. Eve gelince, parayı verip sıcaktan daha bunlatıcı olan sohbetten kurtulabilmek için kendimi dışarı attım. Şoför ardımdan seslenerek paranın üstünü unuttuğumu söyledi. Gerin dönüp arka kapıyı açtım, şoför de bana dönmüştü. Alnındaki yara izini hemen tanıdım. Kelimenin tam anlamıyla şok olmuştum, şaşkınlıkla Zühtü’ye bakarken parayı aldım ve teşekkür bile edemedim. Arabanın kapısını kapatır kapatmaz gazlayıp gitti Zühtü. Arkasından bakakaldım. Tam o sırada bir arının gelip sokmak için beni bulması bir tesadüf müydü bilmiyorum ama ömrümde ilk defa arı soktuğu için o geceyi hastanede geçirdim. Arılara alerjim varmış meğer... Şimdi, beni o gün arının sokmasına değil de, çocukken arılarla haşır neşir olduğum o uzun günler boyunca hiç bir arının beni sokmamasına şaşıyorum. Masumiyetin kaybolmasının ne demek olduğunu bir eşek arısından öğrendim. O değil de, Zühtü ne yapıyordur acaba?

4 Nisan 2009 Cumartesi

Yaban

O gece adadan ayrılamamıştım. Uçak seferleri hava muhalefeti nedeniyle iptal edilmişti, kalkacak olan ilk gemi de iki gün sonraydı. Nedense, o gece bir gemi diğer bir adaya gidecek diye aklımda kalmıştı, doğrusunu öğrendiğimde gecenin körü tanımadığım bir adanın ıssız sarı ışıklı sokaklarında bir başıma olduğum gerçeği suratıma tokat gibi indi. Adayı gezerken bir kaç gündür önünden geçip durduğum bir ev vardı, aklıma oraya gitmek geldi. Ana Maria’nın evi. Ana Maria yaşlı, yalnız, huysuz ve elbette yüz binlerce kediye sahip gudubetin tekiydi. Etrafıyla kurduğu tek iletişim, kendiliğinden çatık kaşlarını, bence olağanüstü bir gayretle, daha da çatarak siyah küçük gözlerindeki öfke alevini harlamasıydı. Bahçesindeki çardakta tek başına oturur, orasına burasına tırmanmaya çalışan kedileri sanki orada değillermiş gibi gözlerini kırpmadan sokağa bakardı. Bu kaknem cadalozu ziyaret etmek için daha uygun bir vakit olamaz diye düşünmüştüm. Kim bilir ne kadar sinirlenecekti! Aslında merak ettiğim, daha fazla sinirlenebilecek miydi? Sırtımda çantamla bahçe kapısını aralayıp içeri dalarken sanki kendi evime girer gibi rahat davranıyordum. Kızsın istiyordum. Günlerdir, hatta işin aslı belki de yıllardır o bahçede pimi çekilsin diye bekleyen bir bombaydı o. Patlatan ben olmak istiyordum ve sahip olduğum her şeyin üzerine bahse girerim ki, Ana Maria’nın, pimini çeksin diye beklediği bambaşka biri vardı. Bahçeyi ağır adımlarla geçtim, çardağın önünde durdum. Öyle pervasız, utanmaz ve küstah bir halim vardı ki, bana bakarken Ana Maria’nın gözleri büyüdü. O şaşırınca ben de şaşırdım, ama ona belli etmedim. Ayağa kalktı. Belinin epeyce bükük olduğunu o zaman farkettim. Çipil kara gözleriyle bana en kuvvetlisinden bir kara büyü yaptıktan sonra başıyla onu takip etmemi işaret etti. Arsız arsız sırıttım ama maalesef görmedi. Peşinden eve girdim. Ev leş gibi rutubet ve kedi kokuyordu. Öte yandan tiksindirici kokunun tam aksine, muazzam bir temizlik ve düzen göze çarpıyordu, hiç bir ameliyathane bu kadar steril değildir. Tavanlar çok yüksekti ve evde hiç dolap yoktu, bunun yerine daha ev yapılırken duvarlara oyulmuş gömme raflar vardı. Evin bütün ışıklarının yanıyor olması yetmiyormuş gibi irili ufaklı düzinelerce mumun alevi de biz koridordan geçerken rüzgarımızdan titreşiyordu. Yerler betondu, ne parke ne de karolar. Dümdüz otoyol asfaltı. Ana Maria koridorun sonundan sağa döndü, ilk bakışta bir odaya açılacağını sandığım büyükçe bir kapının önünde durdu. Belindeki kuşağa astığı koskoca demir halkaya takılmış anahtarları karıştırmaya başladı. Bu haliyle zindancıbaşından hiç farkı yoktu. Önünde beklediğimiz kapının anahtarını bulup açtığında neyle karşı karşıya olduğumu bir süre anlayamadım, çünkü kapı açılır açılmaz kulak tırmalayan bir ciyaklamayla sevimsiz bir kedi dışarı fırladı. Kapının açıldığı yere iyice baktım, evet evet bu resmen bir dolaptı. İçinde kaç gündür orada olduğu belli olmayan kedinin eşelendiği beyaz bir çarşaf ve bir battaniye vardı. Dehşet içinde dönüp Ana Maria’ya baktım, bana kalmam için bu dolabı mı veriyorsun hem de evde bu kadar boş oda varken?, demek istiyordum. Yüzündeki ifade beni apaçık anladığını gösteriyordu. Kendim kaşınmıştım ama bu yaşlı cadıya yenilmeyi de hiç istemiyordum. Dolaba girdim. Girmemle birlikte kapıyı güm diye üzerime kapattı. Üstüne üstlük bir de kilitledi. Sonra da avazı çıktığı kadar bağırdı koridordan, bu onun sesini ilk duyuşumdu. Dedeme küfretmişti. Dolapta kilitli kalmak beni korkutmuyordu, eski tip kilidi olan uyduruk bir kutudan istediğim zaman sıvışabilirdim. Ama bütün gün adada oradan oraya taban teptiğim için ayaklarım zonkluyordu, biraz dinlenmeye karar verdim. Daha sonra çıkıp hem kocakarıyı korkutacak hem de dedeme küfretmesinin hesabını soracaktım. Ne çare, uyumuşum...

Ana Maria benim babaannemdir. Esir mübadelesinde adada kalan kadın. Onu bulmaya gelmemiştim aslında. Acılarıyla alay edersem belki güçlenir diye düşünüyordum. Acılarına yabancı olur. Onun yabancısı olurum. O bana yabancı olur. Oysa çoktan alay etmeye başlamıştı o. Dedeme “yaban” demişti.