28 Haziran 2009 Pazar

Can çıkar huy çıkmaz. (+18)

** Yazılarımda küfür kullanmamak gibi özel bir gayretim yok ama genel bir hoşnutsuzluğum var galiba. Yazarken küfür etmek 10 binlik bir yapbozda doğru parçayı olması gereken yere yerleştirmekle eşdeğer benim için. Aksi takdirde sahiden çok sakil duruyor, bence. (Konuşurken ne kadar küfür ettiğim konumuzun dışındadır.) Ancak bu yazının temelini küfür oluşturuyor. Duyduklarımı yazacağım hoş, yine de hikayelerimde küfre, mantının üzerindeki kırmızı biberli sos tadını veremeyecekse hiç dokunmayacağım. **

Yerin dibine batsın böyle huy. Bu kaçıncı. Sırf bu yüzden birgün başıma olmadık bir iş geleceği kesindi zaten. Herneyse, kısa keseyim, benim korkunca gülme krizine girmek gibi saçma sapan bir huyum vardır. Hani şu çocukken, gece yarısı bir araya gelinip de anlatılan korku hikayeleri, şehir efsaneleri falan vardır ya, işte ben onları dinlerken karnıma ağrılar girerdi. Büyüdüm, hala gülüyorum. Sinemaya, korku filmi izlemeye gidemiyorum mesela. Merak ediyorum, eve hırsız falan girse ne olacak? Adama bakıp kahkahalar atmaya başlayacağım herhalde. Ama en çok gazetecilik yaptığım dönemlerde çekmiştim bu huyumdan. 1 Mayıs günü, düşünün Gazi Mahallesi’ndesiniz, göstericiler taş, sopa ve Allah daha ne verdiyse hepsiyle hem polise hem gazetecilere saldırıyor. Elinde inşaat tuğlasıyla bar bar bağırarak üzerime koşan bir gösterici. Ben ne yapıyorum? Gülüyorum, evet. Ayıp be. Münasebetsizlik. Yine başka bir 1 Mayıs, bu sefer Taksim Meydanı’ndayız, göstericiler Galatasaray’dan Meydan’a kadar yürümüş, maksatları Meydan’da gösterilerine devam etmek ve konuşmalar yapmak. Polis izin vermiyor. Barikat kurmuş bekliyorlar göstericileri. Biz de yanlarındayız. Atılan slogan “Susma sustukça sıra sana gelecek”. Kameraman arkadaşıma dönüp, yaratıcılıktan çok uzak bir millet olduğumuzu, bu sloganın artık değişmesi gerektiğini söyledim. Birbirimize bakıp sırıttık, zaten ortam oldukça gergin. Yanımızda duran kadın polis, ki tek eliyle Arnold Schwarzenegger’i kaldırabilir, söylediğimi duymuş, bize döndü ve “Gülün siz gülün, bugün aç kaldık zaten sizi döveceğiz” dedi. Buraya “suratımdaki sırıtma anında silindi, şok oldum, buz kestim” diye yazabilmeyi ne kadar isterdim bilemezsiniz. Şok olma kısmı doğru, ödüm de patladı zaten ama sırıtma bölümü için ne yazık ki aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Çın çın bir kahkaha attım, kameraman arkadaşım bu huyumu gayet iyi bilmekteydi, bunun için “topukladı”. Evet evet, resmen kamerasının üzerinden şöyle yan yan bir bakış attı bana ve hiç vakit kaybetmeden toz oldu. O gidince daha da korktum ben tabi. Peki, daha da korkunca ne oldu? Eveeet, artık iki büklüm olmuştum, polisler tuhaf ve son derece kızgın bakışlarla beni süzüyor, iyice korku sarıyor her yanımı. Allah kahretsin. Araya sendika başkanlarından biri girdi de, polislerin dikkati onun üzerine yöneldi, ben de öyle kurtuldum, yoksa 1 Mayısta gülmekten ölen ilk insan olacaktım.

Geçtiğimiz hafta sonuna kadar bu saçma huyum yüzünden yaşadığım en büyük tehlike az önce anlattığımdı. Fakat artık, birincilik kürsüsüne başka bir hatırayı yerleştirmekle iftihar ediyorum müsaadenizle. Ve şimdi müsaade benimse, başıma geleni anlatmak istiyorum. Taksim’in ara sokaklarından birinde bir arkadaşımla beraber birşeyler içiyor ve sohbet ediyorduk. Hava güzel olduğu için sokakta oturmaya karar vermiştik. Laf lafı açtı, sohbet koyulaştı kulak memesi kıvamına geldi, vakit de epeyce ilerledi. İlerlemiş daha doğrusu, pek de farkına varmadık. Oturduğumuz sokak tenhalaşmış, şurada burada birkaç grup insan içkinin de etkisiyle rahatlamış, konuşup gülüşüyorlar. Tam o sırada çok yüksek perdeden bir erkek sesi sokağın tatlı rehavetini alt üst ediverdi. Böylece anladık ki, kavgaya hazırlanan bir grup var aramızda, elektrik yüklü yağmur bulutu gibi, fırtına koptu kopacak. Üstelik benimle grubun arasında 1 -1.5 metre var yok. Ortamın bu kadar gerildiğini, içlerinden biri bağırıncaya kadar anlayamamışım demek. Cevapsız da kalmadı zaten bağıran adamın söyledikleri. Böylece koca İstanbul şehrinde ve dahi muasır medeniyet seviyesine erişmiş bütün memleketlerdeki tiyatrolar, sinemalar ve sirklerde parasını verip biletini alarak izlemeye mazhar olamayacağınız türden bir gösterinin ilk perdesi başladı. Sahne sanatı kabilinden geçmiş ve de gelecek hiç bir gösteri, dünya durdukça o gece izlediğimle bir olamayacak. Hiç ama hiçbir şeye bu kadar güldüğümü hatırlamıyorum. Ziyadesiyle ayıp oldu tabi, söylememe gerek var mı bilmem.

Kavgacı gruplar birbirlerine klark çekiyor, omuz, el ve kollarını kullanarak vücut lisanıyla meydan okuyorlardı. Pantolonlarının cebinde hiç olmazsa bir bıçak olduğu muhakkak, o da yoksa şişeleri parçalayarak bir silah edinecekleri kesin. Korkmaya başladığım an tam da o andır. İstanbul’un hergele yetiştirmek hususunda ün yapmış semtlerinden çıkma bu bıçkın delikanlıları izlerken manasızca sırıtmaya başladım. Görecekler diye ayrı, bastıramadığım kıkırdamalarımı duyacaklar diye ayrı korkuyorum. Öksürür gibi yapıyorum, olmuyor, boğazımı temizliyormuş gibi yapıyorum o da olmuyor. Arkadaşım, “Canına susadın herhalde, sussana, ne gülüyorsun?” dedi. Pür dikkat adamları seyrediyor bir yandan. Kolunu çekiştirdim, “Kalk gidelim buradan, bak çok kötü olacak” dedim. “Dur yahu, ne olmuş, neymiş dertleri merak ettim, bir anlayalım” der demez bütün umutlarım suya düştü, arkadaşım kavgaya karışmayalım diye gitmek istediğimi sanıyordu, durumun vehameti konusunda hiçbir fikri yoktu... O sırada gruplar laf dalaşına başladı. Avazları çıktığı kadar bağırıyorlardı. Benim de kalbim küt küt atıyor korkudan.

- Lan kenef suratlı, analar senin gibi bir piç kundakladı mı beee!
- Hay ben senin talügatını sikeyim atın oğlu!

Atın oğlu mu? ATIN OĞLU MU? Korkudan gülme huyum olmasaydı da gülerdim ben buna. Tabii, onlar gayet ciddiler, burunlarından soluyorlar. Ben, hem korkudan hem de bu ömrümce duymak nasip olmayan yakası açılmadık fakat yaratıcılık sınırlarını yok sayan küfürler yüzünden gülüyorum. Başka tarafa falan bakmaya çalışıyorum artık, ne yapayım?

- Şunlara bak lan, götü güzeller. Çin ordusu musunuz lan siz?
- Ulan götü kabuk tutmuş herifler. Abdülhamit’in bando takımı!

Yok, dayanamıyorum. Bastım kahkahayı. Birbirleriyle öyle meşguldüler ki, beni duymadılar Allahtan. Ama arkadaşım duydu, bana öldürücü bakışlar attı. “Çıldırdın mı, kes şunu” dedi. İşin tuhafı, adamların söylediklerine kimse gülmüyor. Hadi ben korkudan gülüyorum, sizin hiç mi kulağınız duymuyor? Abdülhamit’in bando takımı dedi yahu! Bu adamların liseye gittikleri bile meçhul. Abdülhamit’i biliyor ve cümle içinde değil küfür içinde kullanıyor. Takdire şayan. Arkadaşım da dahil, bütün sokak, adamları izliyor, çıt çıkarmıyorlar. Bir gülen benim.

- Putu sikilmiş ecnebi gibi ne bakıyon lan!?

Allahım sana geliyorum. Olur şey değil. Cehaletimi mazur görünüz efendiler, böyle şey ne görülmüş ne de duyulmuştur. Bu lügatlarda aramakla bulunmayacak lafı arkadaşıma söyledi adamlardan biri. Koluna yapıştım arkadaşımın, “Allahaşkına kalk gidelim” diye yalvarıyorum artık. Dinlemiyor beni. Kendim kalkıp gideceğim ama, gülmekten iki büklüm olmuşum, yardımsız yürüyebileceğimi hiç sanmıyorum. Çaresiz iki elimi birden ağzıma bastırıyorum, çünkü 32 dişim tekmili birden meydanda ve ağzımı kapatabilmem mümkün değil. Ne işkence çektiğimi siz düşünün artık.

- Çeksene lan elini, cenaze osuruğu mu geldi burnuna?

Evet bana dedi bunu. Cenaze osuruğu ne demek? Gözlerimden yaşlar boşanıyor, yemin ederim. Adam bana çek elini deyince komutanından emir almış er gibi itaat ettim. Artık güldüğümü saklamanın imkanı kalmamıştı. Adamlar kendi husumetlerini bir yana bırakmış bana bakıyorlardı.

- Yonca görmüş eşşek gibi ne sırıtıyosun ulan?

Artık ne olacaksa olsun. Gizlemeye çalışmanın anlamı kalmadı. Açıktan gülüyorum yüksek sesle. Çok büyük samimiyetle söylüyorum, hayatımda maruz kaldığım en acı zulümlerden birisi bu. Sanırım bütün dayağı ben yiyeceğim. Üstelik dayak yerken güldüğüm için deli damgası yiyeceğim. Bütün bunları düşünüp korkuyor ve korktukça gülüyorum, güldükçe aklıma “yonca görmüş eşşek gibi sırıtıyor” olduğum geliyor iyice katılıyorum. Boğulmak üzereyken çalan siren sesleri bir kurtuluş ümidi oldu benim için. Polislerin yanımıza geldiğinde karşılaştıkları manzara şöyleydi: Bir grup kurtlar vadisi figüranı, ter içinde ve öfkeden köpürmüş, bir kenarda dona kalmış ve faltaşı gibi gözlerle olanları izleyen arkadaşım, hepsinin ortasında gülmekten ölen ben. Polisler, kavga etmek üzere olan adamlar, arkadaşım, esnaf, bütün sokak, hepsi, herkes bana bakıyor. Rezalet canım. “Utanmıyor musun?” dedi polisin biri. Kavgacı gruptan biri de çıktı, “Bu bizimle dalga geçiyor, bakın hala gülüyor, şikayetçiyiz memur bey” dedi. Galiba son gecem bu. Ölüm korkusu başka şey doğrusu. Gülmekten ölüyorum değil de, ölmekten gülüyorum. Artık ne hale geldiysem, beni hastaneye götürdüler. Biraz uyumuşum. Kendime geldiğimde tepemde beyaz önlüğüyle bir doktor dikiliyordu. Gülümseyerek “Daha iyi misiniz?” diye sordu. Sesim kısılmış, cevap veremedim, başımı sallamakla yetindim. “Şimdi size teskin edici bir iğne yapacağız” diye devam etti doktor. Hemşire de elindeki şırıngayı hazırlıyordu. İyi de, ben iğneden çok korkarım...

27 Haziran 2009 Cumartesi

Meğer

Şu anda adını kesinlikle hatırlayamadığım bir yazar (Filozof da olabilir. Dedim ben, aklıma gelmiyor diye.) “Eğer bir kitabın / filmin sonu iyi değilse, o eser kötüdür.” anlamında bir kelam etmişti. Bu bambaşka bir tartışma konusu, katılanı olur katılmayanı olur, benim derdim sonların kendisiyle. Kitap da değil, film sonları.

Bu görüşe inanıyorlar mı, red mi ediyorlar bilmiyorum ama senaristlerin sonuna kadar uyduğu bir “final sahnesi anayasası” var, bunu biliyorum. Yalnız, “eğer” ön kabulünden değil, “meğer” yanıltmacasından yola çıkıyorlar. Galiba yanlış anlamışlar o adını hatırlayamadığım yazar ya da filozofun söylediğini. Eğer olmuş meğer. Hayatımı kararttı bu meğerler. Lütfen sevgili okurlar, dikkat buyrunuz ve düşününüz, kaç tane “Meğer adam ölüymüş.”, “Meğer katil adamın kendisiymiş.”, “Meğer adam deliymiş.”, “Meğer hepsi rüyaymış.” filmi izlediniz? Aklıma bütün bu kategorilerde bir sürü film geliyor. Ama hepsinden çok “Meğer hepsi rüyaymış.” kategorisine sinir oluyorum. Şimdi siz, o kadar para, emek ve zaman harcayarak, bir zibidinin yorganı bütün uzuvlarını örtmediği için vuku bulan bir kurmacayı mı çektiniz? Bu, insanı ebleh yerine koymaktır efendiler. Oturdum, ortalama en az 2 saat ekrana (ya da perdeye neyse işte) baktım, izledim, sonra ne oldu, sen kalktın dedin ki: “Naniiiik!!!! Bu sana izlettiğim var ya iki saattir, aslında yok öyle bişey, rüya bu rüya. Zaten sende akıl olsa böyle bir şeyi ciddiye alıp izlemezdin. Allahaşkına, hiç böyle şey olur mu, ancak rüyanda görürsün!”

Olmaz tabi. Tu Allah belanı versin. Ama bunu film diye bana yutturmaya çalışan sahtekar sensin. Baştan söylesene rüya diye. Hem ben sinemaya gidince rüya görmek istemiyorum ki, film görmek istiyorum. Yaz kardeşim o zaman afişe, “Bilmem kimin son rüyası, sinemalarda!”. Biz de ona göre karar verelim. Soralım birbirimize, “Bilmem kimin son rüyasını gördün mü? Nasıldı, beğendin mi?” diye. Sen tut, seyret, merak et, düşün, şaşır, rüya çıksın. Kandırdım! İlkokuldayken çocuklar birbirlerine bir yer işaret edip “baksana şuraya” derlerdi, tufaya düşüp bakanlarla da alay ederlerdi: “Amma da baktı, sümükleri aktı!” diye. Şu son zamanlarda tesadüf ettiğim filmler bırakın sümüğü, beynimin pekmezini akıtıyor. Koskoca yönetmen olmuşsun, hala “amma da baktı!” peşindesin.

Bakın, huzurunuzda söz veriyorum, asla ve de kat’a “meğer hepsi rüyaymış” hikayesi yazmayacağım. İlla bir rüya yazacaksam da, baştan belirteceğim bunun bir rüyadan ibaret olduğunu. Söz, kimsenin sümüklerini falan akıtmayacağım.

25 Haziran 2009 Perşembe

Other Side

Lafı uzatmayacağım, Michael Jackson öldü dün gece, biliyorsunuz. Milyonlarca yaldızlı sözü hatırasına hürmeten tekrarlıyorlar zaten, bir de ben yapmayacağım. Malumunuz, devir copy paste devri, o copy – paste devrinin adamı değildi.

Ee, ne diyeceğim o halde? Hiç. Ben Michael Jackson hakkında konuşmaya bundan birkaç ay evvel başlamıştım zaten, Gaipten Sesler Korosu’nda. “Take Me To The Other Side” başlığıyla... Özetle şunu anlatıyordum: Ölüm Meleği O’nu arıyor, fakat bir türlü bulamıyordu. Geçirdiği estetik ameliyatlar yüzünden, evet. Dünyaya O’nu bulmakla görevlendirilen bir bilim adamı yollamışlardı. (Charles Darwin’i, “evrim mi geçirdi acaba?” düşüncesiyle.) Bilim adamı, çeşitli Michael Jackson adaylarıyla Ölüm Meleği’ne geri döndü, Bülent Ersoy, Marilyn Manson... Hiç biri “O” değildi. İronik, değil mi?

Hikayemin bir türlü tamamlayamadığım son ayağına gelmişti sıra. Çok bekledim, çok beklettim. Ne oldu peki? Michael hikayemi benim yerime tamamladı. Çok tuhaf hissediyorum.

Hikayelerinizi tamamlayın. Yoksa hiç düşünmediğiniz bir anda tamamlanıveriyorlar.

Annie are you ok? Definitely not. Just beat it.

Hikayeler için:

Take me to the other side - intro
Take me to the other side - I
Take me to the other side - II

14 Haziran 2009 Pazar

10 adımda yazarlık

Anlamadım, ne çok düşmanı varmış bu yazarların. Tamam, fikri suçlar kapsamında ceza alan, yıllarca hapis yatan, kitapları toplatılan, sürgün edilen ve hatta öldürülen pek çok yazar var, pek çok farklı zamanda, pek çok farklı memlekette. Durum bundan ibaret değilmiş ama, suya sabuna dokunmayan veya dokunmadığımı sandığım birşeyler yazsam da başıma gelmedik kalmıyor. Ya yazarlığı küçümseyen saldırılarla karşılaşıyorum, ya da ne yazdığımı neyi yazdığımı neden yazdığımı merak eden imalı sözlerle. Hayır, zaten tecavüze çok açık bir meslek, kalifikasyonunun okuma yazma bilmekle yeterli olduğu zannedilerek rahatlıkla yapılabileceği düşünülüyor. Böylece kurunun yanında yaş da mı yanıyor bilemiyorum ki, dudaklar alayla kıvrılıyor ve aşağılanıyor bu iş? Küçümseyen takıma tek bir tavsiyem var: okumayın. Hiçbir yazar zorlamıyor sizi. Edebiyat, müzik gibi, resim gibi, sinema gibi değildir ki, maruz bırakılamazsınız, tercih etmek zorundasınız. Girdiğiniz bir mağazada kulaklarınızı tırmalayan, midenizden ekşi sular yükselmesine sebep olan melodileri duymaya mecbur kalabilirsiniz, sokak ressamlarının kötü reprodüksiyonlarına bakmak, Louvre’da sonsuz istirahatine çekilmiş bir tabloyu salı pazarı tişörtlerinin üzerinde görmek zorunda bırakılabilirsiniz. Televizyonda izleyecek hiçbirşey bulamayıp gösterdikleri üçüncü sınıf filme razı olabilirsiniz. Ama size kimse bir kitabı zorla okutamaz. Edebiyata maruz kalamazsınız, okumayın.

Amaaaa... “ne yazdın, neden yazdın, nasıl oluyor da oluyor yazıyorsun” diye yakamı bırakmayan kendini bilmezlere –aslında biliyorsun sen kendini- bir rehber hazırladım, buna uyarsanız şahane eserlere imza atabilirsiniz. E biraz uyduruk olur ama, olur mu olur.

Evet, çok kızdırdı biri beni, hem okuyor, hem küçümsüyor, hem de hayran. Madem edebiyata tecavüz etmeye kararlı insanlar var, minareyi çalarken kılıf hazırlamalarına yardımcı olayım. Yazarlar kadar taş düşsün başınıza. Ben mi? Ben yazacağım yine. Herhangi bir olağanüstülüğü yok bunun, işim bu.

1. İnsanlardan nefret etmelisiniz. “Şu koca şehirde kaybolmuş hissediyorum”, “Kalabalıklar... o korkunç kalabalıklar üstüme üstüme geliyor ve ben boğuluyorum” gibi cümleler yazınızın anahtarı olmalıdır.
2. Herkes sahtedir, rol yapmaktadır ve bu sizi derin bunalımlara sürükler. Burada kişisel çatışmalarınıza değinmelisiniz.
3. Kendinizden de nefret etmelisiniz. Herkes rol yaptığı için siz de rol yapmaya mecbur olmuşsunuzdur. Bunun için bazen toplumu bazen de kendinizi suçlarsınız. Ama çoğunlukla toplumu.
4. Elbette sizi anlayan tek bir kişi bile yoktur bu dünyada. Ha, sonra hikayeniz içinde özel olduğunu düşündüğünüz birkaç kişiden bahsedebilirsiniz. Bu karakter veya karakterler görmüş geçirmiş tecrübeli bilge insanlar da olabilir. Toplumla alakasını çoktan kesmiş ama sizi görür görmez eski anıları canlanmış ve sizin özel olduğunuzu anlamışlardır.
5. Sıradanlık sizi çılgına çevirmelidir. Siz farklısınız ve bu nedenle yalnızsınız. Sizden başka herkes birbirinin aynı zavallı klonlardır.
6. Sizi anlayan tek kişi de ya ölmüştür ya da toplum kurallarına boyun eğerek sizden uzaklaşmış ve çarkın bir dişlisi olmaya karar vermiştir. Ona da kızarsınız.
7. Birbiriyle alakası olmayan iki konuya ait iki terimi belirtili ya da belirtisiz isim tamlaması şeklinde kullanmalısınız. Bu iç dünyanızın ne kadar geniş olduğunun bir kanıtıdır. “kozmik akşam yemeği” “sokak köpeklerinin prelüdleri” (oha)
8. Okurla dalga geçmelisiniz, aslında kendiniz için yazıyorsunuz, okuru boşverin.
9. Dürüst olmalısınız. Ama kesinlikle bokunu çıkartarak. Birşeyleri tasvir ederken daima en iğrenç yönlerini, en ağza alınmadık kelimelerle tarif edin. Cesur olun korkmayın.
10. Tek amacınız vay be dedirtmek olmalı. Ama yazınıza değil kendinize. Siz, yazdığınızdan daha önemlisiniz.

Güle güle kullanın.

İnci Vardar'a bu yüksek tesbiti ve kılavuza olan katkısı için teşekkür ederim :)
7. maddeye ek: kavramları birleştirip yeni bir kavrammış gibi gösterin ya da kelimeleri kesin, bozun, birleştirin, çarpıtın ki havalı görünsün. örnek: "kozmik yalansama", "bokumgibibokumabenzerbiradamcasına yaklaştı ve kalbim minik kuş şarkıları söylemeye başladı uzak diyarlarda."