16 Şubat 2009 Pazartesi

A Black Day - Volume 1

Güzel bir mücevherat dükkanı. İçeri giriyorum. Işık da çok güzel. Bir kolyeye kilitleniyorum. Ameliyatla ayrılmamız gerekiyor. Yarı deli gözlerle kolyeye bakıyorum. Dükkanda iki kişi oturuyor. "Hoş geldiniz" demeleriyle benden korkmaya başlamaları arasında en fazla 1 saniye var. Daha yaşlı olanı kendini tehlikeye atarak bana nasıl yardımcı olabileceğini soruyor. Ne cüret. Kolye müthiş, şahane. Tam ortasında kıpkırmızı, kocaman bir taş var. Büyülenmiş gibi bakmaya devam ediyorum. Kolye bir vitrinin içinde. Ona ulaşabilmek için gerçekten de yardıma ihtiyacım var. Yaşlı dükkan sahibesine dönüyorum. O kadar ani dönüyorum ki, iki kadın da ufak bir "hii!" sesi çıkarıyorlar. İşte şimdi cübbemden asamı çıkarıp büyü yapma zamanı. Sahnenin devamı böyle olmalı ama şimdilik bu kadıncıkları affediyorum. "İstiyorum onu." diyorum, herhalde ömrüm boyunca hiçbir şey için böyle hırıltılı, isterik sesler çıkarmamışımdır. Zavallı kadınlar iyiden iyiye dehşete kapılıyorlar. Bu kez ben de dehşete kapılıyorum. Çünkü anlıyorum ki, kolyeyle ilgili bir sorun var. Yaşlı kadın ağzını açtığında resmen kekelemeye başlıyor. "Ama bu imkansız. Önceden ayırtılmıştı o" diyor, suçunu itiraf ederse ölüm cezası alacağından emin bir sanık gibi. Evet, evet aynı böyle. Çünkü o kolye için seve seve cinayet işleyebilirim. Gözlerim irileşiyor. Büyüyor, kocaman oluyor. Yeniden kolyeye dönüyorum. Ne tür bir delilik yapacağımdan emin olamadıkları için, kadınlar beni dükkandan atmaya karar veriyorlar. İkisi de arkamdan yaklaşıyorlar, sessizce. Oysa kolyeyi saklayan vitrinin camında ayan beyan yansıyorlar. Bana yaklaşmalarına izin veriyorum. Her ikisi de birer omzumdan kavrayarak beni yavaşça çekiştirmeye başlıyor. Tam o anda dükkanın kapısı açılıyor. Bir erkek giriyor içeri. Üçümüz de dönüp ona bakıyoruz. Benden daha deli göründüğüne yemin edebilirim. Simsiyah giyinmiş, siyah uzun saçlı, siyah sakallı, siyah gözlü, çikolata renkli manyak. Teni de en hijyenik çamaşır suyunda yıkanmış kadar beyaz. Vampir beyazı. Nefis bir slogan olur bundan diye düşünüyorum, "Çamaşırlarınız hiç olmadığı kadar beyaz, vampir beyazı!" Her neyse, en olmadık yerlerde en olmadık şeyleri düşünmek konusunda kimse elime su dökemez zaten. Adamın, dükkana girdiğinde karşılaştığı manzarayı hiç garipsememesi, halis mulis deli olduğunun apaçık bir kanıtı gibi geliyor bana. Yaşlı kadın, "Kolyeyi bu bey ayırtmıştı" diyor. Ses tonundan ne kadar rahatlamış olduğunu anlamamak imkansız. Kendi hesabınca, onlar aradan çekilecek, ben ve o, yani iki deli, birbirimizin hakkından geleceğiz. Fena halde yanıldığı tek bir şey var ki, ben deli değilim. Yalnızca o kolyeyi gördüğüm zaman öyle tuhaf davranmıştım, hepsi bu. Karşımda kule gibi dikilen bu bitter vampire karşı oynayabilecek hiçbir kozum yok. Bu yüzden pozisyonumu korumaya çalışıyorum. Belki deli bakışımdan etkilenir diye. Hiç sanmıyorum. Ağzını açarsa, sipsivri ve uzun köpek dişleri göreceğimden o kadar eminim ki, ilk o konuşsun diye bekliyorum. Bu arada kolyeyi tamamen unuttum, benzer bir arsızlıkla bu davetsiz misafiri seyrediyorum. Ne olabilir ki? En fazla kanımı emer. Ölürüm falan. İlginç değil. Sonunda konuşuyor. "Kolyeyi alabilirim" diyor. Kadınlar kolyeyi teslim edip ikimizi de bir an önce gönderebilmek için emre derhal itaat ediyorlar. İtaat etmek için birbirleriyle yarışıyorlar. Biz de onların bu telaşıyla tam bir tezat oluşturan sükunetle, öylece dikiliyoruz. Siyah gözlerini yüzümden ayırmıyor. Bakışlarından hiçbir mana okunmuyor. Ondan korkmadığımı farkediyorum. Kolyeyi ondan çalmaya karar verişim de tam bu ana denk geliyor. Hızlıca bir plan yapıyorum. Plana göre benden şüphelenmemesi için dükkanı ondan önce terketmem gerekiyor. Hemen çıkıp gidiyorum, kapıyı da arkamdan şiddetle çarpıyorum. Kolyeyi almış olmalı, diye düşünüyorum. Karşı kaldırımın dükkan vitrinlerinden mücevhercinin kapısını dikizliyorum. Ve işte, vampir kapıda beliriyor. Sağına soluna bakıyor ve benim gittiğim yöne doğru, kendinden emin yürümeye başlıyor. Beni farketmeden yanımdan geçip gidebilsin diye adımlarımı yavaşlatıyorum. Bir el omzumu kavrıyor, hemen arkamı dönüyorum, diğer el belime dolanıyor. İşte bu hesapta yoktu. Beynim vızır vızır işliyor ama duruma uygun hiçbir strateji bulamıyorum. Yarı şaşkın, yarı öfkeli, yarı meraklı bir ifadeyle yüzüne bakıyorum. Dalgalı saçlarının birkaç inatçı tutamı yüzünün etrafında serbest kalmış. "Kolyeyi sana almıştım."" diyor. Ömrümde daha manyakça birşey duyduğumu hatırlamıyorum. Zaten daha manyakça birşey yaşamışlığım da yok. En azından kendim sebep olmadığım. Kaşlarımı çatıyorum. Belimi bırakmadan, elini cebine daldırıp kolyeyi çıkarıyor. Alıyorum. Geriye doğru usulca bir adım atarken, bir yandan da kolyenin klipsini açıyorum. Gözlerini kısmış, bana bakıyor. Hafifçe tebessüm ediyorum ama kaşlarım hala çatık. Sonra birdenbire kolyeyi sert bir hareketle koparıyorum. Küçük kırmızı taşlar kaldırımda mutlu mutlu zıplıyor, her biri bir yere dağılıyor. Yumruğumu yavaşça açıyorum, ortadaki büyük kırmızı taşın hala avcumda olduğunu görüyor. Verdiği tek görülebilir tepki, gözlerini daha da kısıp başını biraz sağa eğmekten ibaret. Taşı yukarı kaldırıyorum, kaldırıyorum ve yutuyorum. İşte şimdi alt ettim seni. Muzaffer bir edayla arkamı dönüp koşar adım uzaklaşıyorum.

A Black Day - Volume 2

"Nereye gittiğini biliyorum." diyor. Çattık. Bu defa korktuğumu hissediyorum ve sahiden koşmaya başlıyorum. O gerçek bir deli, bense iyi bir taklitçiyim. Deli değilim ben. Arkamdan geldiğini, beni hala görebildiğini hissediyorum. Söylediği gibi, nereye gittiğimi biliyor olması ihtimaline karşı, bilmediğim bir binaya dalıyorum. Eski, gri mermerden, muazzam süslü ve gösterişli bir bina. Dışarıdan öyle gözükmüyordu oysa. Merdivenleri tırmanıyorum. Tıkandığım zaman üçüncü ya da dördüncü kata kadar çıkmış olabileceğimi düşünüyorum. Nefes nefese bir merdivene çöküyorum. Telefonum çalıyor. Açıyorum ama nefesim bir "alo"ya bile yetmiyor. Doğrusu arayan da bunu bekliyor gibi. "Yine bilmediğin bir binaya daldın, değil mi" diyor. Sinirleniyorum. "Kimsin sen?" diye bağırıyorum. Yüzüme kapatıyor. Çıktığım hızla iniyorum merdivenleri. İşte orada, karşı kaldırımda, elleri ceplerinde, bana bakıyor. Caddenin ortasına kadar yürüyorum. Tam ortada, yere bağdaş kurup oturuyorum. Kornalar, küfürler, fren sesleri havada uçuşuyor. Hava gerginleşiyor. Hava kararıyor. O ise hiç istifini bozmadan bana bakmayı sürdürüyor. Bir sigara yakıyor, derin bir nefes çekiyor. Tam yanımda güçlükle durabilmiş otomobilinden inen sürücü aramıza giriyor. Onu göremiyorum. Sürücü bana bağırıyor. Ne dediğini duymuyorum. İki elini açmış, çok sinirli. Hiçbir şey yapmayacağımı anlayınca beni kendisi kaldırmak istiyor. Tam bana doğru hamle yapacakken, ensesinden tutan görünmez bir güç onu kenara fırlatıyor. Beni de kolumdan tutup zahmetsizce ayağa kaldırıyor, bütün o direnişime rağmen. Bana bağıran sürücünün, hayatının hatasını yaparak boş bıraktığı arabasına yürüyoruz. Daha doğrusu ben sürükleniyorum, o yürüyor. Beni arabaya bindirip şoför koltuğuna oturarak gaza basması, göz açıp kapamaktan daha kısa sürüyor. Yolun ortasında kalakalan sürücü, arkamızdan çaresizce bağırıyor. Feryatlarının arasında "polis", "şikayet", "ne sanıyorsunuz?" gibi bir kaç kelime seçebiliyorum. O yerden uzaklaştıkça içinde bulunduğum durum bütün çıplaklığıyla dank ediyor. Ölesiye korkuyorum. Ama deli gibi atan kalbim dışında, bir fiziksel belirtim yok korktuğuma dair. İşte hayatta en iyi becerdiğim şey. Kendimi arabadan atabileceğimi düşünerek kapıları kilitlemiş. Bütün dikkatiyle yola bakıyor. Çıldırmış gibi araba kullanıyor. Sakin görüntüsünün altında bastırmaya çalıştığı tüm patlamaların intikamını arabadan alıyor. Aklıma ilk gelen şeyi yapıp omzunu ısırıyorum. Acıdan gözleri yaşarıyor. Fakat, tıpkı benim korkuyu göstermeme konusundaki başarım gibi, o da acıyı göstermeme konusunda bir uzman. "Neden beni tanımamazlıktan geldin?" diye soruyor. Tuzağına düşmüyorum. "Seni ömrümde görmedim be adam!" demiyorum. Konuşursam, ısırmayı bırakmış olacağım çünkü. Ama ısırmanın bir işe yaramadığını kabul etmek zorundayım. Bu kez, her iki elimle direksiyona atılıyorum. Frene öyle ani basıyor ki, birkaç savrulmadan sonra güçlükle durabiliyoruz. Alnımı şiddetle direksiyona çarpıyorum. Kalbim son hızla atmaya devam ediyor. Tüm bu hengamenin içinde nereye gittiğimizi hiç düşünmediğimi farkediyorum. Her yer zifiri karanlık. Bir otobanda olduğumuzu anlıyorum. Motoru durdurup arabadan iniyor ve bir sigara yakıyor. Alnımda korkunç bir acı var. Güçlükle arabadan inebiliyorum. Bana da sigara ikram ediyor. Reddedemeyeceğim bir teklif. Hiç konuşmadan yan yana sigaralarımızı tüttürüyoruz. Omzunu ovuşturarak bana bakıyor ve kısa, alaycı bir kahkaha atıyor. Öfkeden deliye dönüyorum. İşte hayatta hiç beceremediğim şey. Öfkemi saklamak. Sigaramı asfalta fırlatıp arabaya atlıyorum. O daha ne olduğunu anlamadan, çalıştırıp uzaklaşıyorum. Anahtarı arabada unutmak ha! Seni salak! Dikiz aynasından gittikçe uzaklaşan silüetine bakıyorum. Hiç de paniğe kapılmış gibi görünmüyor, oldukça sakin, sigarasından nefesler almaya devam ederek ağır ağır yürüyor. Bu beni büsbütün sinirlendiriyor. Evime gitmek istiyorum. Evimde olmak istiyorum. Başımın ağrısına midem de eşlik etmeye başlıyor. Ne yaşadığıma ya da hissettiğime aldırış etmeden çalışmayı sürdüren iç organlarım, yaptığım saçmalığın hesabını soruyorlar. Taşı midemde hisseddiyorum. Hastaneye gitmem gerektiğini biliyorum. Ama önce ev. Evime gitmeliyim. Kısa bir süre sonra yolu tanıyorum. Bu çalıntı arabadan da kurtulmam gerek. Sağa çekip motoru stop ettiriyorum. Tanıdık bir muhitteyim, buradan evime nasıl gideceğimi biliyorum. O anda aklıma bu simsiyah adamın evimi de biliyor olabileceği ihtimali geliyor. Vazgeçip hastaneye gitmeye karar veriyorum. Evimi benden çaldığı için ondan bir kere daha nefret ediyorum. Boş ve karanlık yolda amaçsızca yürümeye başlıyorum. Az sonra yağmur da bana katılıyor. Şarkı söylüyorum. Ve her şey bir anda olup bitiyor. Kaburgalarımda dayanılmaz bir acıyla yere çakılıyorum. Gözlerim kararıyor, mücadele edemiyorum. Bana çarpan araba, beni oracıkta bırakıp çekip gidiyor. Dudağımın kenarından ılık bir şey akıyor. Islak zemini hissediyorum. Şimşek çakıyor ve bir an için her yeri aydınlatıyor. Gözlerimi kapatıp inliyorum. Kendimi acıya teslim ediyorum. En olmadık yerlerde en olmadık şeyleri düşünme huyum yine devreye giriyor. Onun kim olduğunu hatırlıyorum. Ölmenin hiç sırası değil, diyorum. Tam hatırlamışken, hiç sırası değil. Yüzü gözlerimin önünde, ölüyorum.

11 Şubat 2009 Çarşamba

Lady

Az önce bir kadını okudum. Hikayelerini. Güzel yazmıyor. Yine de ilginç bir şekilde estetik. Duyguyu iyi veriyor. Ne demekse bu da. Etkiliyor yani. Etkilendim. Çevremdeki herkesin -biri hariç, o hariç- "vay be" diyeceği türden bir hayat yaşamış. Sanırım hala da yaşıyor. Maceracı, aklına eseni yapan, cesur ve farklı. Özellerden. Ben o kadar cesur olamam mesela. Alem ne der korkusu herhalde. Ya da, ya da bilemiyorum işte. Henüz vakti gelmediği içindir. Belki "ego" dandır :) Neyse, geçiniz. Ne diyordum? Ha evet, özel kadın. Seyahat, sanat, aşk ve erkekler üzerine bir sürü şey yazmış. Yaşamış hepsini. Yaşatarak yazmış. Bravo. En önemlisi, samimi. Ama stil sahibi değil. Kendisi evet, ama yazıları değil. Sanatçıymış; tiyatro, müzik, edebiyat, sinema, fotoğraf... ne ararsan durumu. Güzel bir kadın olduğuna da eminim. Peki ben neden onu anlattım şimdi? Yarın ilk iş, "vay be" demeyecek "hariç" kişiye okutacağım onu. Fazla alay eder olduk çünkü. Dengeye ihtiyacımız var. İçimizdeki lady uyansın artık o güzellik uykusundan. Bakalım güzelleşmiş mi?