31 Mayıs 2009 Pazar

Yaz Bakalım...

Ressam bir arkadaşım var, hala var mı bilmiyorum. Yani, henüz. O da ben de çalışırken seyredilmekten hoşlanmayız. Birbirimizin bu özelliğini iyi bildiğimiz için sözsüz bir anlaşmaya varmıştık, ne ben onu resim yaparken izlemeyi teklif ettim, ne o beni birşeyler çiziktirirken gördüğünde yanımda oturmaya devam etti. Bazen o bana resimlerinin bitmiş hallerini gösterir, bazen de ben yazdığım üç beş öyküyü okuması için ona yollarım. Ancak geçen hafta sonu açtığı sergisini görmeye gittiğimde, sergideki resimlerin hiçbirini daha önce görmüşlüğüm yoktu.

Galeri çok kalabalıktı, yani benim standartlarıma göre çok kalabalıktı. Arkadaşımla kısaca selamlaştık, konuklarının hepsine birden yetişmeye çalışırken bir de benimle ilgilenemezdi. Nasılsa daha sonra konuşacak bol bol vaktimiz olacağını bildiğimden, hemen resimleri izlemeye koyuldum.

Fikrimce, ki katılanı çoktur, resim anlatılamaz. Özelliklerini sayabilirsiniz. Ama anlatamazsınız. Tıpkı devletin vatandaşlarına verdiği kimlik kartı gibi ancak özelliklerini ve tasvir ettiği şeyi söyleyebilirsiniz. Adı – sanı, dönemi, akımı, bilmem kaça bilmem kaç kanvas, yağlı boya, bilmem kim ve ailesi, yok bilmem neresi, bilmem kaç yılı falan. Geriye kalanlar zaten resmi “resim” yapanlardır ve izahı yoktur, çünkü binlercedir ve imkansızdır. Bu yüzden arkadaşımın hangi resmine ne yaptığımı anlatmadan önce, resmin özelliklerini saymalıyım.

Viktoryen tarzda bir karyola resmedilmiş. Yatak dağınık. Alabildiğine dağınık. Ve bembeyaz. Eğilip bükülmüş yorgan, kırış kırış çarşaflar, onlarca yastık, iç içe geçmiş ve bembeyaz. En uzun o resmin önünde dikildim? Öyle yoğun hisler yaşattı ki bana? Çok etkilendim? Yoo, hayır, ilgisi yok. Şöyle bir baktım, uzun uzun incelemedim bile. Hemen çantamdan kalemi çıkardım, bir de kocaman beyaz kağıt, “Az önce burada birine tecavüz edildi” yazıp resmin altına yapıştırdım. Başka bir tabloya geçtim.

Bir kaç dakika sonra galeride bulunan hemen herkesin o resme bakmakta olduğunu farkettim. Sadece bir kişi, ressam, başka bir tarafa bakıyordu, bana. Gözlerindeki kızgınlığı tarif edemem. Tepeme bir yıldırım düşmesi için zihin gücüyle, var gücüyle çabalıyordu. Koca galeriyi bir kaç adımda geçiverip yanıma geldi, “Ne yaptığını sanıyorsun sen?” dedi, zehir damlayan bir sesle. “Mahvettin resmi, mahvettin. Bütün anlamını yok ettin, değiştirdin, rezil ettin, Allah belanı versin!” diye öfkesini kustuktan sonra da gitti. Çıktım ben de galeriden, bir sigara yakıp yürümeye başladım caddede. Evime döndüm.

Bunu neden yaptım bilmiyorum. Hani stendhal sendromu derler, sanat eserleri karşısında duyulan heyecan yüzünden kendinden geçme hadisesi, bende bunun farklı bir varyasyonu var herhalde. Ne bileyim! Başka bir yazar arkadaşımla başlatmıştık bu birşeyler yazıp sağa sola yapıştırma işini, bir ana okulunun kapısına üst üste her gün “Öğretmenler! Yeni embesil sizlerin eseri olacaktır!” yazılı bir kağıdı iliştirerek. Onlar söküyordu, biz yapıştırıyorduk. Dördüncü mü yoksa beşinci gün müydü, yine aynı kağıdı yapıştıracağız, ortalığı kolaçan eden bekçiyi göstererek arkadaşımı durdurdum. Benim işim buydu, etrafı gözetlemek, o da gidip yapıştırıveriyordu kağıtları. Birbirimize baktık ve kıkırdayarak arabaya atlayıp kaçtık oradan. Fena mı, sayemizde birileri iş sahibi olmuştu.

Kaç gün geçti hatırlamıyorum, çok değil sanırım, aradı bir gün ressam arkadaşım. O altına yazı yapıştırdığım resmi hemen o gün satılmış. Üstelik alan adam, ressam arkadaşımın istediği rakamdan çok daha fazlasını vermiş. Ama ismini vermemiş. “Hangi sapıkmış o?” diye sordum arkadaşıma. “Bu kadar sapık olabilecek senden başkası gelmedi aklıma doğrusunu istersen” diye cevapladı. Resmi benim aldığımı sanıyordu. “Anlıyorum” dedim, “Ama, değeri bedava olan biri için beş para harcamam doğrusunu istersen” diye ekleyip kapatıverdim telefonu. Bir resim yapıp yollamış bana o gün, eve döndüğümde kapının önünde buldum. Bir de not iliştirmiş kenarına, “Bundan sonra birlikte çalışalım o halde, reklam oluyor demek”. Notuna hemen bir cevap yazıp yolladım. “Sen sapıksın”.

27 Mayıs 2009 Çarşamba

Aç Yamyamlar

Bir arkadaşım, “Yazarlar yamyamdır” dedi. Onlarla hiçbir şey paylaşmaya gelmezmiş. Kimbilir, kafalarının içinde dönüp duran edepsiz kelimeler, o paylaştıklarını tutup hangi kılıflara sokar, onlara tecavüz edermiş. İki yüzlü yamyamlar, çevrelerindeki herşeyi, herkesi, küçük bir sohbeti, yolda yürürken şahit oldukları münferit olayları, en ufak bir mutluluğu, en şiddetli kavgaları, ölümü, anılarını, rüyalarını, acıyı, şaşkınlığı, hayal kırıklıklarını, umutlarını, velhasıl hayatla alakalı ne varsa hepsini malzeme yaparlar, hiç saygı duymazlarmış. Ne kendininkine ne başkalarınınkine. Mahremiyet mefhumundan nasibini almamış ilkel ve bencil yaratıklar. Daima aç etoburlar.

“Deme yahu!” dedim. “Dur, bunu da yazayım.”

25 Mayıs 2009 Pazartesi

Boşver

Stephan’ın büyükbabası 55 yıl önce 5 ağaç dikti. Dünyadaki en yaşlı ağacı, köknarı, kuzeye ekti; mutlulukları daim olsun diye, köknar dört mevsim yeşildir. Sert gövdeli meşeyi güneye ekti; kökleri kaybolmasın diye, meşenin kökleri en derinlere gidendir. Baharda ilk yeşeren salkım söğüdü doğuya ekti; kibirli olmasınlar diye, salkım söğüt her yaşta eğilir. Yas tutanların gölgeliği selviyi batıya ekti; erken göçenlerin kederi üzerlerine çökmesin diye, selvi uzun ömürlüdür. Sonunda hepsinin ortasına heybetli çınarı dikti; hiçbir şer birliklerini ve dirliklerini bozmaya muktedir olamasın diye, ulu çınar asla yıkılmayandır.

Ağaçlar yeterince büyüdüğünde bir ev yaptı, onları da içeri aldı. Ev, kolon niyetine ağaçlara tutunuyor, ağaçlar da evin içinde yaşıyordu. Salonun orta yerinde geniş gövdesiyle koca çınarı görenler hayran kalıyordu. Evin hanımı dışında herkes memnundu her odada bir ağaç gövdesiyle yaşamaktan. Ancak akan reçineler, kabuklara yuva yapmayı seven karıncalar, irileşmeye devam eden gövdelerin zaman zaman zemini çatlatması Bayan Eliza’yı çılgına çeviriyordu.

Yıllar böylece akıp giderken, Stephan bir gün bir kadınla geldi büyüdüğü eve. Hedera’nın gözleri güzeldi, çok güzeldi, ama bakışları hiçbir şey anlatmazdı. Gerekmedikçe konuşmaz, neredeyse hiç gülümsemezdi. Tek yaptığı, ince bedeninde taşıdığı zerafetle ortalıkta süzülmekti. Günün ve gecenin herhangi bir saatinde, evin herhangi bir yerinde onunla karşılaşabilirdiniz, aniden ve uğursuz, kedi adımlarıyla yürürken ve pencerlerden birinin önünde dikilirken. Uyumazdı Hedera, hemen hemen hiç.

Stephan’ın biriciği, Hedera’sı, onu çok kıskanırdı. Herkesten değil, herşeyden. Evi arşınlayıp durduğu uzun saatlerde, Stephan’ı paylaşmak istemediği düşmanını aradı durdu. Nihayet Hedera bahçeye arsız sarmaşığı ekti; güçlü ve dimdik olanları zehriyle çürütsün diye, Hedera oturduğu yere sımsıkı sarılan demektir.

Ağaçlar, bu budadıkça filizlenen, köklerine boşaltılan zehirli ilaçlara bana mısın demeyen sarmaşığa uzun yıllar dayandı. Çok, çok uzun yıllar. Hedera, yaptığının neticesini almaya ömrünün vefa etmeyeceğini anlayınca, bir gece evden ayrıldı. Peşinden de Stephan. Birkaç yıl sonra, Stephan’ın ölüm döşeğindeki büyükbabası evi yıktırmaya ve ağaçları kesmeye karar verdi. O da onlarla beraber ölüyor, kendi bedeni de onlarla beraber işe yaramaz hale geliyordu çünkü. Ağaç bedenlerini kurtarmak istedi. Kurtardı da. Beş koca ağacın beş koca gövdesinden yüzlerce kalem yaptılar. Memleketin her yerine dağıldı ağaçlar. Evin yerinde Stephan’ın büyükbabasına ait bir mezar var şimdi. Başında da bir gürgen. Gürgen, kabuğundan tabut yapılandır.

Hikayenin burasında durdu, çayından bir yudum aldı yaşlı adam. İstiklal Caddesi’nin ara sokaklarından birinde, güdük masalar ve taburelerden oluşan basit bir çay bahçesinde, kalabalık yüzünden masamızı paylaşıyorduk. Gök yakutlar gibi ışıl ışıl mavi gözleri vardı. Her an ağlamaya hazır bakışlarıyla mükemmel bir uyum içinde olan hazin tebessümü insanın iliklerine işliyordu. Gözümü kırpmadan ve dünyadaki bütün fani seslere kulaklarımı tıkayarak dinliyordum onu. Devam etti:

Senin gözlerin de Hedera’nınkiler gibi. Onun gözleri bomboştu tabii, anlamsız, korkuturdu herkesi. Senin her bakışında bir mana var. Öyle olmasa, seni Hedera’ya çok benzetebilirdim. – Cebinden bir avuç kurşun kalem çıkardı – Bunları topluyorum her gittiğim yerden. Birini de sen al. Onunla birşeyler yaz. Hedera’yı yaz e mi? Ama sen Hedera olma, çünkü o bir sarmaşıktı.

Donup kalmıştım öylece. Ne diyeceğimi, ne düşüneceğimi, ne yapacağımı bilemiyordum. Mekanik hareketlerle aldım yaşlı adamın verdiği kurşun kalemi. Ve hemen uzaklaşmak istedim oradan. Aynı zamanda da sonsuza kadar kalmak. Hava kararmıştı. Arkadaşımla barda buluşacağıma dair verdiğim söz geldi aklıma. İstemeye istemeye kalktım. “Adını bile bilmiyorum senin” dedi yaşlı adam. Adımı öğrenmek için söylememişti bunu, durumun özetiydi söylediği, bir beyan sadece. “Ben sizinkini biliyorum Bay Stephan” dedim. Güdük masaya içtiğim çayların parasını bırakırken, yaşlı adamın tebessümü, yüzünde yeni hüzün kıvrımları yaratarak genişledi. Gök mavisi gözlerinden iri bir tomurcuk düştü.

Beni bekleyen arkadaşımın yanına gittim. En büyük bardakta söylediği birasını yarılamıştı, çoktandır oradaydı demek. Beni görünce gülümsedi, ayağa kalkıp sarıldı. Karşısına otururken, “Biliyor musun ben sadece bir otum” dedim. Komik buldu söylediğimi, güldü ve merakla sordu, “Ne? Nereden çıktı şimdi bu Allahaşkına?”. Kısa bir duraklamanın ardından, "Sonra kalem almaya gider miyiz?" diye sordum. Küçük bir kahkaha attı, kaşları havaya kalkmıştı şaşkınlıktan. "Gideriz herhalde, ne oluyor sana yahu?" Sonra ben de güldüm, “Boşver" dedim, "Hadi içelim”.

23 Mayıs 2009 Cumartesi

Yavaş yavaş delirdim, kimse farketmedi.

Genç bir kız intihar etmiş, haberini aldık bugün. Tek satırlık bir not bırakmış babasına. “Yavaş yavaş delirdim, kimse farketmedi. Ailemi çok seviyorum.” Ekşi Sözlük yazarlarından Kaknem, konu ile ilgili açılan başlığa bir entry girmiş ki, okuduktan sonra başlığa yeni bir entry girmekten vazgeçmek şöyle dursun, kendime “yazar” diyen beni utandırdı, yerin dibine soktu, yazının gücü kabilinden sağlam bir tokat attı. Entry sinin bir kısmını burada alıntılayacağım. Şimdi, tek borcum kaldı, huzurlarınızda Kaknem’in kalemi önünde saygıyla eğilmek. Artık değilse de bir süre birşeyler yazamayacağım.

“çok garip ya. hissediyorsun her şeyin çığrından çıktığını, sağa sola saldırmaya başlıyorsun. sahte sosyallikler içine giriyorsun, ayaktaymış gibi görünüyorsun sürünürken, gülüyorsun-eğleniyorsun-alkolün dibine vuruyorsun-salak salak gülüyorsun; en son acziyetini fark ediyorsun, sahtelikten bıkalı zaten çok olmuş, içine kapanıyorsun.
tüm bu ve daha sayamayacağım süreçlerde, bunalımlarında, insanlar sürekli seni eleştiriyor, sana yaftalar üretmekle meşguller. gülüşün gevşeklik, eğlenmen "hadsizlik", sosyalliğin "orospuluk/piçlik", umursamazlığın "hayvanlık", birine umursamazca cevap vermen "edepsizlik", içine kapanıklığın "bunalım takılmak", odandan çıkmayışın "şımarıklık", bazılarının depresyon dediği küskünlüğün "bulmuşken bunamak", "kıymet bilmemek", "şükürsüzlük" oluyor.

sen tüm iğrenç ruh haline rağmen, bu yaftaların farkına varırsın. rağmen falan değil aslında; bu durumlarda her şeyi biraz fazla net görmeye başlarsın. umursamazlığının yerini derin bir hüzün alır, insanları kendine hiç tahmin edemeyeceğin kadar uzak görmeye başlarsın, anlatacak hiç bir şeyin yoktur, anlatsan bir işe yaramayacağını/anlaşılmayacağını bilirsin; çözümsüzlüğü kabul etmişsin, yenilgiye doymuşsun, savaşamazsın.
yavaş yavaş delirmişsindir, bilirsin. müthiş sosyal, konuşkan, güleç, paralı günlerinde susmayan telefonuna artık günlerce bir çağrı gelmemesinin, gelen smslerin de gsm şebekenden gelmesinin sebebini bilirsin: görünmez olmuşsundur, daha kötüsü istenmeyen insan olmuşsundur. acı anlatılmak istenmiyor genelde, bir de, anlatılmıyor, anlatamazsın.
yavaş ya da bir günde; delirmişsin bir şekilde. algıların yön değiştirmiş/kapanmış, bu yüzden, iyi olan bir kaç şeyi de hayra yormazsın. zaten korku kardeşin olmuştur, iyi bir şeyin, berbat on şeyle takip edileceğini kabul etmişsin.

en son korkularından arındığın; deliliğin zirve noktasına gelirsin. intiharı korkaklık olarak niteleyenlerin bilmedikleri tam da budur. hiç bir şey, intihar eden insanın umrunda değildir. umursamazlığın gerçeğine vakıf olan insan için, aşılması gereken bir sorun yoktur ortada. intihar teşebbüsünde bulunmuş, başaramamış biriyle konuşunca çok net anlatır; intiharla ilgili söylenen şeylerin çoğu yalandır. vazgeçiş, öyle kolay bir şey değil. vazgeçmek kolaycılık değil. vazgeçemediklerin değil midir akıttığın gözyaşlarının sebebi genelde? hayatta üç beş gün daha fazla tutunmanı güç mü addediyorsun? bak sözlük okuyoruz, buraya yazıyoruz, buraya kusuyoruz; birazdan da başka bir şeye kaydıracağız ilgiyi ki; gerçekliğin ortasına düşmeyelim. intihar eden ise o gerçekliğe ulaşmayı umar aslında. buraları kendisine fazlaca sahte gelmiştir, bıkmıştır sunilikten. dikkat edilirse fark edilir; intihar edenler genelde çok gerçekçi insanlardır.

intihar etmemişse bu insanın önünde bir seçenek oluyor zaten: "saldım çayıra arkadaş" demek. hakikaten de salar. etrafındaki umursamaz ama yüzündeki çizgileri derin, gözleri ufalmış insanlara bir daha bak; piç/gevşek değil onlar. fazla sürünmüşler, fazlaca yorulmuşlar, bıkmışlar, incitilmişler, çabaların hiç bir yaraya merhem olmadığını çoktan fark etmişler ve hayatın gerçeğini idrak etmişler: her şey geçiyor, herkes gidiyor.

o "yavşak" karşında boş boş sırıtıyor ise çok tahammüllüdür, intihar etmemiş hala çünkü, saygıyı hak eder.

insanlar böyle, bir garip. seni yavaş yavaş delirtirler, sen delirirken itinayla senden kaçarlar, sen gittiğinde ise klişe cümleleri hazırdır:
- neyi vardı ki acaba ölecek kadar? (onu bilmediğin için gitmiş olmasın?)
- keşke bir arasaydı, konuşur dertleşirdik.
- çok abartmış, bir borç için ölünür mü? (hala bir insanın para için öleceğini düşünüyor.)

- çok iyiydi, çok.

sorma neden falan filan dinlerler arkandan. "pek çok gideeeenn memnun kiiii yerindeeen" diye çığırırken akıllarından geçersin, sonra da bir başkasını delirtirler.
çünkü birileri delirmiyor, hiç bir zaman da delirmeyecek. beton gibi bir şey bunlar. seni ortandan çatlatırlar ancak bunlara hiç bir şey olmaz. ellerinin titremesini, saçlarının dökülmesini, nefes almakta zorlanmanı, kararmış cildini, herkesten uzaklaşmış olmanı, sebepsiz öfkeni, her şeyi sorguluyor olmanı, sebepsiz gülümseyişini, yok yere ağlayışını, sigara üstüne sigara yakıyor olmanı, bir şarkıyı beş saat boyunca dinleyebiliyor olmanı izlerler ve bir kaç klişe yorumları ceplerinde hazırdır, seni yaftalarlar.

kimse seninle gerçekten bittiğin gün yan yana durmuyor, dursa da sen görmeyebiliyorsun. bitmişsin çünkü, ceplerin bomboş. bu cepleri klişe kelimelerle - sahte dostluklarla - iğrenç klişe ilişkilerle dolu insanlarla yarışamazsın; zaten, sen onları kendinle aynı kulvarda görmezsin. kibrin yoktur hani, kulvar dedim, kendini üstün görmezsin. onları dünyaya yakıştırırsın, kendini quasimodo gibi bir şey hissediyorsundur en iyi ihtimalle onların yanında. onlar dik, sen kamburun önde gideni. onların örnek hayatları var, sen hiç bir yere hiç bir zaman yakışmadın, hiç kimseyi tam mutlu edemedin, kimse seni mutlu edemedi, hiç bir işi doğru düzgün yapamadın.

dedik ya, algıların pas tutmuş.

Ellerine sağlık Kaknem.

21 Mayıs 2009 Perşembe

Doğum

Mezarların huzurlu sessizliği yaşayanları kışkırtıyor bence. Ölülerin kıskanılacak tek görülebilir yanları işte bu dinginlik. Müthiş cazip. Daha önce bunu nasıl farketmedim, hayret. Mezarlığa ilk geldiğim zaman, gömülmeye hazırlanan ölünün kendim olduğuna kesinlikle emindim. Taze toprak kokan derin çukur içine gireceğim yeni evimdi. İnsanlar benim için ağlıyor diye şaşırdım. Biraz da ben ağladım sanırım Sonra gömmediler beni. Başkasını koydular o çukura, üzerini örttüler ve gittiler. Giderken beni de götürdüler yanlarında. Toprağa girememiş ölüye döndüm, sudan çıkmış balık da kim oluyor? Sonra zaman geçti. Gitmedim mezarlığa bir daha. Bugüne kadar.

Mezarlığın etrafında bir sürü çingene kadın çiçek satıyordu. Hiç birinden tek bir gül bile almayınca vefasız ve saygısız olmakla suçlandım. Ölüye saygı duyanlar, mezarına çiçek götürürler, nokta. Yaşayana saygı duymayan ölülerinse mezarından toprak çalınır. Çıplak ellerimle avuçladım toprağı. O’nun hücreleri karışmış mıdır acaba içine, diye düşündüm. Aceleyle ve beceriksizce bir poşete tıkıştırdım. Ölülerini özleyen yaşayanlar, mezarlarına gidip onlarla dertleşir, konuşurlar. Yaşayanlarını özleyen ölüler ölmemelidir zaten en başında. Sonra sokak köpekleri mezarlarına işer bir gece. Kıskançlıktan hep bunlar, biliyorum.

Toprağı eve getirdim, bir saksıya yerleştirip içine tohumlar serptim. Senin toprağın... Çiçeğin ne olduğunu bilmiyorum, babandan aldım tohumları. İronik değil mi? Bana öyle geldi doğrusu, bilmiyorum, başkasının tohumunu ekmek yakışık almaz diye düşündüm, ne dersin? Gül hadi çekinme. Babanın senin için ilk defa tohum verişi değil bu. Ama benim seni ilk yazışım.

Buraya kadar...

Aylardır senden kaçıyorum. Bana sonsuzdan daha uzun gelen aylardır. Yıllardır. Reddediyorum seni. Görmüyorum, duymuyorum. O günden beri adını ağzıma almadım. Kimseye anlatmadım. Kimse bilmezse, herkes unutursa ve keşfeden olmazsa yok olursun diye düşündüm. Yok olmadın. Sen saklanmadın. Kendini unutturmadın. Her yerde herkesi, herkesle her şeyi denedim. Geçemediler sınavdan. Seni de denemiştim. Kaçman gerekmişti... Zihnimde seni kilitlediğim odanın kapısına gidip oturdum. Anahtar deliğinden bile bakmadım. Dışarı çıkmadın. Gitmedin de... Seviyormuş gibi yaptım başkalarını, aşık olduğuma inandırdım kendimi ve onları. Gereksiz arkadaşlar edindim. Saçma sapan işlerde çalıştım. İçki içtim, dağıttım, pul kadar önemi olmayan şeylere dünyanın geleceği onlara bağlıymış gibi davrandım. Sonra ardından babamı gömdüm. Seni bulmak için gitti. Senin gibi gitti. Beni senin gibi sevenler, senin gibi gidiyor. Ben senden kaçtıkça, başkaları düşüyor peşine. Usandım. Bıktım, gına geldi, artık ben senin peşine düşeceğim. Seni bulup gerçekten öldüreceğim. Öl artık. Ölmeyi bile beceremedin. Mezara girmek yeter sandın. Vücudundaki tüm kanı üzerime boşalttığın yetmedi, hala direniyorsun. Kaçarken bir yandan da seni saklamak ağır geliyor. Kendim gibi değilim son zamanlarda, oysa iyi idare ediyordum, ama artık sana benziyorum git gide. Madem böyle yaşayacağız bundan böyle, birlikte, seni yazacağım artık, tek başıma. Madem bilmiyor kimse seni, önce tanır sonra unuturlarsa belki gerçekten ölürsün. Madem yaşamak istiyorsun, öyle olsun. Mezarını ziyaret edeceğim yarın. Belki biraz çiçek götürürüm.

Hayal Kırıyorum

Karşımda oturmuş, öfkeden hızlı hızlı soluyor, arada bir birasından koca koca yudumlar alıyordu. Onu neyin sinirlendirdiğini çok iyi anlamakla kalmıyor, çok iyi biliyordum zaten. Buna karşın, bir ölü kadar sakindim. O ise sakinliğimi adeta hakaret addediyor, yüzünde hafif bir cinnet ifadesiyle bana bakıyordu. Tek istediği bir tepki vermemdi, ona hak vermem, onunla birlikte sinirlenmem, sesimin perdesini yükseltmem, anlattığı olayların öznesi insanları kınamam, o anlatmaya devam ettikçe şaşırmam, kaşlarımın havaya kalkması, anlattıklarını “inanılmaz” bulmam. Nasıl, rolümü iyi ezberlemişim değil mi? Ve lakin, bildiğini yapmayanlardanım.

Durmaksızın konuştu, kafamı şişirdi, bilmediğim hiçbir şey anlatmadı, söylediklerinin tersini yapanlar, -mış gibi yapanlar, prensip değiştirme sıklığını işlerine geliş biçmine göre ayarlayanlar. Kişilerin sahteliği. Yani?

O bunları anlatırken, parmağımdaki yüzüğü evirip çeviriyordum. Cevap vermenin kaçınılmaz olduğu anlarda da “haklısın, doğru, evet” üçlemesinden birini seçiyordum. Halimden anlaşılanın aksine aslında sıkılmıyordum. İnsanların en klişe özelliklerinden birini şikayet ediyordu bana, ben de başka bir klişeyle ona destek olmalıydım: “İnsanlar böyle”. Klişe denen şey budur zaten, kendini çağlardır tekrar etmesine rağmen doğruluğundan bir şey kaybetmeyendir. Onlara gerçek yerine klişe denmesinin sebebi işte bu tekrarlardır, akıllının biri bunu değiştirebileceğine ikna oluverir bir gün ve klişelere karşı yüzyıl savaşlarını başlatır. Halbuki gerçeği değiştiremezsiniz. Yer çekimi mesela, gerçektir bu, yer her şeyi çekiyor diye sinirlenen birini tanıyor musunuz? Tanıyorsanız, akıl sağlığından ciddi şekilde şüphe etmeye başlayın. Klişeler de böyledir işte, ama kimse bir klişe yaşadığına inanmaz, inanmak istemez, kabul edemez bunu. Oysa kabul etmek elzemdir. O da kabul edemiyordu ve kızıyordu işte, suçu yükleyecek birilerine ihtiyacı vardı ve daha da kötüsü benden yargıçlık yapmamı istiyordu.

“Kabul etmek zorundasın” dedim. Keşke bira bardağını kafasından aşağı boca etseymişim. Bu kadar kızacağını bilsem yapardım. Tatmin olurdu en azından. Belki.

“Ne kadar kolaycısın, kadercisin sen” dedi, öfkesini paylaşmadığım için cezalandırıyordu beni. Ya da sınıyordu, bilmiyorum. Öfkesi yön değiştirip beni hedef alırsa sakin kalamam diye düşünüyordu. Emin değilim, umursuyor da değilim.

“Sana saatlerdir neler anlatıyorum, sen hiç bir şey söylemiyorsun. Ne demek kabul etmek zorundasın, başına ne gelse kabul edip kabuğuna mı çekileceksin yani, bu pasifliğin delirtiyor beni, inan!” diye söylendi. Al işte, yine yanlış anlaşılmıştım. Bakın, bu da bir klişedir. Dünya üzerinde yanlış anlaşılmamış tek bir kişiye bile rastlayamazsınız. Komik olansa, yanlış anlaşılmaktan şikayet eden herkesin, tek tek ama tek tek herkesin yanlış anlaşılacaklarını bile bile hala kendilerini anlatmaya çabalamasıdır. Peki susmayı mı tercih edelim? Hayır sanat yapın. Yapabiliyorsanız.

Klişeleri oldukları gibi kabul etmeyi çoktan öğrenmiş biri olarak omuzlarımı silkmekle yetindim. “Öğrenilmiş çaresizlik...” dedi. Tak tik değiştirmiş, alay etmeye başlamıştı. Güldüm ben de. Büsbütün sinirlendi. “Yazık sana, yazık.. Zavallı bir kaybeden olmuşsun sen” diyerek son kozunu da oynadı ki bunun çok başarılı bir yöntem olduğunu itiraf etmek zorundayım. Bir tartışma anında hasmınızı yönetemiyorsanız, gidişat kör düğüme doğru hızla ilerliyorsa bunu deneyin, etkisine inanamayacaksınız. Ben buna “hayalkırıklığı sendromu” diyorum, karşınızdaki hakkında müthiş biri olduğuna dair yargılarınız varmış da, söylediği bir söz, yaptığı bir hareket bu yargıları yerle bir edivermiş gibi davranacaksınız. Eski “müthiş” imajından bir şey kaybetmek istemeyen karşı taraf, buna çok bozulacaktır. Şimdi hep birlikte sihirli sözcüklerimizi tekrarlıyoruz: “Beni hayal kırıklığına uğrattın”. Deneyin, görün.

Bunları düşünerek bir kahkaha daha attım, zavallı olduğumu duyunca. Artık iyice zıvanadan çıkmıştı. Bense öyle yorgundum ki, neden bu şekilde davrandığımı ya da ne düşündüğümü açıklamaya mecalim yoktu. Boşvermiş, kaderci ya da pasivist değilim oysa. Doğru olan tek şey, olduğum gibi görünmediğimdi o gece. Aslında sadece yöntemlerim farklı benim. Biraz zaman alan şeyler, ama sonuçları harikuladedir.

Sustuk sonra. Beni herhangi bir tartışmanın içine çekemeyeceğini anlamıştı. Vazgeçmişti. En önemlisi de kabul etmişti. Bu ilk adım işte diye geçirdim içimden, şimdi geriye sadece öfkesi kalmıştı. O da hafiflediğinde her şey mükemmel olacaktı. Ya da öyle sanıyordum işte. İşin aslı, gecenin başından beri şikayet edip durduğu insanların sahtekarlığından kendisinin de nasibini aldığını çok iyi biliyor oluşumdu. Gecenin sonunda onu kaybedeceğimi veya aramıza artık aşılması zor mesafelerin gireceğini de çok iyi biliyordum. Beni şaşırtan, bunların hiç birine zerre kadar önem vermediğimi farketmemdi. Ne korkuyor ne de üzülüyordum. Şaşkındım sadece. O da kendime.

“Kalkalım artık” dedi ve daldığım düşüncelerden çekip aldı beni. Bardan çıktık, yavaş yavaş tenhalaşan sokaklardan geçerek yürümeye başladık. Yan yana ve sessiz. Küsmüştü bana. Bir kaç ay hiç arayıp sormadı. Sonra küçük bir lokantada tesadüfen karşılaştık. Yanında biri vardı, o gece adını bol bol anıp ardından lanetler savurduğu biri. Yüzüne bile bakmayacağını söylemişti. El eleydiler. Mahçup mahçup gülümsedi. Yanına gittim, karşılıklı hal hatır sorduk. Yerime dönerken gülümseyerek “Beni hayal kırıklığına uğratmadın” dedim.

11 Mayıs 2009 Pazartesi

Sansüre Sansür YAY! Hareketi

"Sansüre Sansür" başta internet olmak üzere pek çok platformda sansüre dur demek için örgütlenmiş bir oluşum. Sansüre karşı ortak bir bilinç oluşturmak üzere başlattıkları YAY! hareketine destek vermeye çağırıyorum tüm bloggerları. Yukarıdaki videolardan 5 tane var. İster hepsine isterseniz benim gibi bir tanesine blog kayıtlarınız arasında yer verin. Yaymayalım kendimizi, YAYalım. Ayrıntılı bilgiyi buradan alabilirsiniz.