13 Ocak 2009 Salı

Bebek

Orta çağın şatolarına taş çıkartacak kadar yüksek tavanlı ve ferah salonunda, tam bir derebeyi edasıyla yürüyordu şömineye doğru. Bebeklerin olduğu yere yani. Ne zaman başlamıştı porselen bebek biriktirme tutkusu, çocukken mi? Galiba. Dünyanın her yerinden gelmiş, satın alınmış, hediye edilmiş, biriktirilmiş bir sürü bebek. Çeşit çeşit yüzler; gülen, somurtan, korkmuş, şaşkın. Japon figürleri, gösterişli barok kıyafetliler, kıvırcık saçlılar, yeşil gözlüler, mavi gözlüler. Kaç tane? Asla yeteri kadar değil. Bu sert görünüşlü adamın en büyük hazinesini sahip olduğu muazzam miktardaki para olduğunu düşünenler çok yanılıyordu. Bebeklerine paha biçilemezdi, tabii adamın fikrine göre. Hepsi de onundu, ona aitti, itaatkardılar, derebeyinin serfleri. Adam, bebeklerden birinin önünde durdu. Uzun uzun baktı ona. Siyah kuzguni saçlı, beyaz porselenden, hüzünlü bakışlı ve zarif bir parça. Kölesine aşık bir derebeyi. Ona köle olmayı kesinlikle reddeden, etten kemikten yapılmış olan bebeği çoktan kaçmıştı. Porselenden yapılmış kopyası ise tam karşısındaydı. Adam bebeği eline aldı, yemek masasına götürdü. Sofra hazırdı, bebeği de karşısına alarak oturdu. Gözlerini bebeğin manasız ama pırıl pırıl gözlerinden ayırmadan, kadehini kırmızı şarapla doldurdu. Her hareketi ölçülü, ağır ve planlıydı, üstelik hantal olmaktan çok uzaktı. Gözbebeklerini sabitlendikleri yerden çekmeye hiç niyeti olmayarak şarabından bir yudum aldı. Bebek, çıldırtıcı bir kayıtsızlıkla karşısında oturmayı sürdürdü. Daha fazla dayanamadı derebeyi, öfkelendi. Öfke, şarapla birlikte damarlarında dolaştı. Çevik bir hareketle aniden bebeği eline aldı, dudaklarını yüzüne gömdü. Kalp ritmi düzensizleşmişti, öyle bir hırs ve intikam arzusuyla öpüyordu ki bebeği, kim olsa şakaklarında biriken boncuk boncuk teri ve titreyen ellerini yaşadığı yoğun tutkudan zannederdi. Derebeyi de öyle düşündü, ta ki dudaklarını bebekten ayırmak zorunda bırakan soluksuzluğu göğsünde hissedene kadar. Nefes alamıyor, kalbi kuş gibi çırpınıyor ve adam buna anlam veremiyordu. Dehşet dolu gözlerle hala elinde duran bebeğe baktı, diğer eliyle de kravatını gevşetmeye çalışıyordu. Bacakları onu taşımayı reddedip, dizlerinin üstüne çöktüğünde bunu umursamadı bile, bebeğin yüzüne dalga dalga yayılan kan kırmızı renge bakıyordu. Adam ıslıklı ve hırıltılı bir sesle nefes almaya çabalıyordu. Bebeğin kar beyazı yüzü, kaynağı belli olmayan bir yerden dökülen kırmızı mürekkeple kaplanıyordu sanki. “kan...” diye düşündü derebeyi, eliyle dudaklarını sildi ve kendi dudaklarında da kan olup olmadığına baktı, yoktu. Korku, dehşet, merak ve heyecan, kalbe düşman olan ne kadar his varsa hepsini en şiddetli haliyle aynı anda yaşıyordu, bitsin istedi. Bitsin. Yere yığıldı. Kalbi durdu. Bebek yere düştü. Parçalandı. Adam öldü. Porselen olmayan kölelerinden biri, salondan gelen tuhaf seslerin finalinde kopan gürültüye daha fazla ilgisiz kalamayarak odaya girdi. Bir efendisine, bir de yerde parçaları oraya buraya saçılmış kırmızı- beyaz porselenden bebeğe baktı. Üzülmedi, şaşırmadı, korkmadı ya da paniğe kapılmadı. Sofraya gitti, şarabı kokladı. “zehir...” dedi, yalnızca kendinin duyabileceği bir sesle. Zehirli karışımların rengini değiştirdiği bu özel porselenden yapılmış bebeği, efendisine o vermişti ve bunu kendisinden başka bilen yoktu. Hizmetkarı olduğu bu adamın gözünün önünde eriyip gitmesine razı olamamış, onu bu duruma getiren kadının porselen bir kopyasını yollamıştı efendisine. Bir şişe de şarap. Efendisi, bebeğin de şarabın da sevdiği kadından geldiğini düşünmüş, bir süreliğine mutlu bile olmuştu. Şarabı birlikte içebilmek için uzun süre bekledi kadınını. Gelmedi... Yemek masasında oturmuş, yerde cansız yatan adamı izlerken bunları düşündü, yaşadıklarını, acılarını ve hepsinin nihayete erdiği bu kutsal anı. Neden sonra, birden toparlandı, ayağa kalktı, etrafı toplamaya girişti. Salondan çıkarken, yerde yatan adama son bir kez göz attı. “neyse ki uşaklardan şüphelenmiyorlar artık...” diye mırıldandı.

Hiç yorum yok: