16 Şubat 2009 Pazartesi

A Black Day - Volume 2

"Nereye gittiğini biliyorum." diyor. Çattık. Bu defa korktuğumu hissediyorum ve sahiden koşmaya başlıyorum. O gerçek bir deli, bense iyi bir taklitçiyim. Deli değilim ben. Arkamdan geldiğini, beni hala görebildiğini hissediyorum. Söylediği gibi, nereye gittiğimi biliyor olması ihtimaline karşı, bilmediğim bir binaya dalıyorum. Eski, gri mermerden, muazzam süslü ve gösterişli bir bina. Dışarıdan öyle gözükmüyordu oysa. Merdivenleri tırmanıyorum. Tıkandığım zaman üçüncü ya da dördüncü kata kadar çıkmış olabileceğimi düşünüyorum. Nefes nefese bir merdivene çöküyorum. Telefonum çalıyor. Açıyorum ama nefesim bir "alo"ya bile yetmiyor. Doğrusu arayan da bunu bekliyor gibi. "Yine bilmediğin bir binaya daldın, değil mi" diyor. Sinirleniyorum. "Kimsin sen?" diye bağırıyorum. Yüzüme kapatıyor. Çıktığım hızla iniyorum merdivenleri. İşte orada, karşı kaldırımda, elleri ceplerinde, bana bakıyor. Caddenin ortasına kadar yürüyorum. Tam ortada, yere bağdaş kurup oturuyorum. Kornalar, küfürler, fren sesleri havada uçuşuyor. Hava gerginleşiyor. Hava kararıyor. O ise hiç istifini bozmadan bana bakmayı sürdürüyor. Bir sigara yakıyor, derin bir nefes çekiyor. Tam yanımda güçlükle durabilmiş otomobilinden inen sürücü aramıza giriyor. Onu göremiyorum. Sürücü bana bağırıyor. Ne dediğini duymuyorum. İki elini açmış, çok sinirli. Hiçbir şey yapmayacağımı anlayınca beni kendisi kaldırmak istiyor. Tam bana doğru hamle yapacakken, ensesinden tutan görünmez bir güç onu kenara fırlatıyor. Beni de kolumdan tutup zahmetsizce ayağa kaldırıyor, bütün o direnişime rağmen. Bana bağıran sürücünün, hayatının hatasını yaparak boş bıraktığı arabasına yürüyoruz. Daha doğrusu ben sürükleniyorum, o yürüyor. Beni arabaya bindirip şoför koltuğuna oturarak gaza basması, göz açıp kapamaktan daha kısa sürüyor. Yolun ortasında kalakalan sürücü, arkamızdan çaresizce bağırıyor. Feryatlarının arasında "polis", "şikayet", "ne sanıyorsunuz?" gibi bir kaç kelime seçebiliyorum. O yerden uzaklaştıkça içinde bulunduğum durum bütün çıplaklığıyla dank ediyor. Ölesiye korkuyorum. Ama deli gibi atan kalbim dışında, bir fiziksel belirtim yok korktuğuma dair. İşte hayatta en iyi becerdiğim şey. Kendimi arabadan atabileceğimi düşünerek kapıları kilitlemiş. Bütün dikkatiyle yola bakıyor. Çıldırmış gibi araba kullanıyor. Sakin görüntüsünün altında bastırmaya çalıştığı tüm patlamaların intikamını arabadan alıyor. Aklıma ilk gelen şeyi yapıp omzunu ısırıyorum. Acıdan gözleri yaşarıyor. Fakat, tıpkı benim korkuyu göstermeme konusundaki başarım gibi, o da acıyı göstermeme konusunda bir uzman. "Neden beni tanımamazlıktan geldin?" diye soruyor. Tuzağına düşmüyorum. "Seni ömrümde görmedim be adam!" demiyorum. Konuşursam, ısırmayı bırakmış olacağım çünkü. Ama ısırmanın bir işe yaramadığını kabul etmek zorundayım. Bu kez, her iki elimle direksiyona atılıyorum. Frene öyle ani basıyor ki, birkaç savrulmadan sonra güçlükle durabiliyoruz. Alnımı şiddetle direksiyona çarpıyorum. Kalbim son hızla atmaya devam ediyor. Tüm bu hengamenin içinde nereye gittiğimizi hiç düşünmediğimi farkediyorum. Her yer zifiri karanlık. Bir otobanda olduğumuzu anlıyorum. Motoru durdurup arabadan iniyor ve bir sigara yakıyor. Alnımda korkunç bir acı var. Güçlükle arabadan inebiliyorum. Bana da sigara ikram ediyor. Reddedemeyeceğim bir teklif. Hiç konuşmadan yan yana sigaralarımızı tüttürüyoruz. Omzunu ovuşturarak bana bakıyor ve kısa, alaycı bir kahkaha atıyor. Öfkeden deliye dönüyorum. İşte hayatta hiç beceremediğim şey. Öfkemi saklamak. Sigaramı asfalta fırlatıp arabaya atlıyorum. O daha ne olduğunu anlamadan, çalıştırıp uzaklaşıyorum. Anahtarı arabada unutmak ha! Seni salak! Dikiz aynasından gittikçe uzaklaşan silüetine bakıyorum. Hiç de paniğe kapılmış gibi görünmüyor, oldukça sakin, sigarasından nefesler almaya devam ederek ağır ağır yürüyor. Bu beni büsbütün sinirlendiriyor. Evime gitmek istiyorum. Evimde olmak istiyorum. Başımın ağrısına midem de eşlik etmeye başlıyor. Ne yaşadığıma ya da hissettiğime aldırış etmeden çalışmayı sürdüren iç organlarım, yaptığım saçmalığın hesabını soruyorlar. Taşı midemde hisseddiyorum. Hastaneye gitmem gerektiğini biliyorum. Ama önce ev. Evime gitmeliyim. Kısa bir süre sonra yolu tanıyorum. Bu çalıntı arabadan da kurtulmam gerek. Sağa çekip motoru stop ettiriyorum. Tanıdık bir muhitteyim, buradan evime nasıl gideceğimi biliyorum. O anda aklıma bu simsiyah adamın evimi de biliyor olabileceği ihtimali geliyor. Vazgeçip hastaneye gitmeye karar veriyorum. Evimi benden çaldığı için ondan bir kere daha nefret ediyorum. Boş ve karanlık yolda amaçsızca yürümeye başlıyorum. Az sonra yağmur da bana katılıyor. Şarkı söylüyorum. Ve her şey bir anda olup bitiyor. Kaburgalarımda dayanılmaz bir acıyla yere çakılıyorum. Gözlerim kararıyor, mücadele edemiyorum. Bana çarpan araba, beni oracıkta bırakıp çekip gidiyor. Dudağımın kenarından ılık bir şey akıyor. Islak zemini hissediyorum. Şimşek çakıyor ve bir an için her yeri aydınlatıyor. Gözlerimi kapatıp inliyorum. Kendimi acıya teslim ediyorum. En olmadık yerlerde en olmadık şeyleri düşünme huyum yine devreye giriyor. Onun kim olduğunu hatırlıyorum. Ölmenin hiç sırası değil, diyorum. Tam hatırlamışken, hiç sırası değil. Yüzü gözlerimin önünde, ölüyorum.

Hiç yorum yok: