21 Mayıs 2009 Perşembe

Doğum

Mezarların huzurlu sessizliği yaşayanları kışkırtıyor bence. Ölülerin kıskanılacak tek görülebilir yanları işte bu dinginlik. Müthiş cazip. Daha önce bunu nasıl farketmedim, hayret. Mezarlığa ilk geldiğim zaman, gömülmeye hazırlanan ölünün kendim olduğuna kesinlikle emindim. Taze toprak kokan derin çukur içine gireceğim yeni evimdi. İnsanlar benim için ağlıyor diye şaşırdım. Biraz da ben ağladım sanırım Sonra gömmediler beni. Başkasını koydular o çukura, üzerini örttüler ve gittiler. Giderken beni de götürdüler yanlarında. Toprağa girememiş ölüye döndüm, sudan çıkmış balık da kim oluyor? Sonra zaman geçti. Gitmedim mezarlığa bir daha. Bugüne kadar.

Mezarlığın etrafında bir sürü çingene kadın çiçek satıyordu. Hiç birinden tek bir gül bile almayınca vefasız ve saygısız olmakla suçlandım. Ölüye saygı duyanlar, mezarına çiçek götürürler, nokta. Yaşayana saygı duymayan ölülerinse mezarından toprak çalınır. Çıplak ellerimle avuçladım toprağı. O’nun hücreleri karışmış mıdır acaba içine, diye düşündüm. Aceleyle ve beceriksizce bir poşete tıkıştırdım. Ölülerini özleyen yaşayanlar, mezarlarına gidip onlarla dertleşir, konuşurlar. Yaşayanlarını özleyen ölüler ölmemelidir zaten en başında. Sonra sokak köpekleri mezarlarına işer bir gece. Kıskançlıktan hep bunlar, biliyorum.

Toprağı eve getirdim, bir saksıya yerleştirip içine tohumlar serptim. Senin toprağın... Çiçeğin ne olduğunu bilmiyorum, babandan aldım tohumları. İronik değil mi? Bana öyle geldi doğrusu, bilmiyorum, başkasının tohumunu ekmek yakışık almaz diye düşündüm, ne dersin? Gül hadi çekinme. Babanın senin için ilk defa tohum verişi değil bu. Ama benim seni ilk yazışım.

Hiç yorum yok: